Köy Enstitüleri Türkiye’nin gündemine girdiği 1940'tan beri 68 yıl geçti ama hâlâ tartışılıyor, özlemle anılıyor, üzerine yoğun spekülasyonlar yapılmaya devam ediliyor. Hatta günlük politik çekişmelerde bir örnek olarak kullanılabiliyor. Hal böyle olunca da aslında gerçek deneyimin kendisini anlamak giderek güçleşiyor. Ayrıca sevenleri tarafından bu özgün deneyim fetişleştirilip, mistikleştiriliyor.
Türkiye 1940'da aşağı yukarı 18 milyonluk, ağırlıklı olarak bir köylü ülkesi. Bugün 70 milyonluk kapitalist ilişkilerin her yanı sardığı, ağırlıklı olarak bir şehirli ülke Türkiye. 1940’larda yaşanmış bir deneyime bakıp bunu örnek almak bu derin sosyal doku farkını dikkate almıyor.
Köy Enstitüleri günahıyla sevabıyla özgün bir deneyim ama bunu hâlâ mitleştirmek, hâlâ fetişleştirmek düpedüz muhafazakarlık artık 21. yüzyil Türkiye’sinde. Türkiye’nin muhafazakarlığı sadece "sağ" partilere özgü bir şey değil maalesef. Kendisini "sol", hatta sosyalist görenler bile çok ağır bir muhafazkarlaşma içindeler bugün. Eğitimde ve her alanda yeni bir vizyon, bugünün Türkiyesi için yeni şeyler söyleneceğine bu deneyimi maalesef fetişleştiren çevreler var.
Enstitüleri elbet çalışalım, anlayalım, öğrenelim, hatta saygı ile yad edelim ama onları abartmayalım, tarihsel bağlamları içinde yerli yerine koymaya çalışalım. Bu tarihsel deneyime de biraz daha derinlemesine bakalım:
Resmen 1940’da, fiilen 1930’larda gündeme gelen Köy Enstitülerinin görünürdeki amacı köy çocuklarından öğretmenler yetiştirerek eğitim yoluyla kırsal Türkiye’nin yapısal dönüşümünün sağlanmasıydı. Bu kurum 1940’lardan bugüne son derece önemli siyasal tartışmaların da odağı olageldi ancak.
"Gerçek" Kemalizm'in tepe noktası
Köy Enstitüleri Sol-Kemalist çevreler için "gerçek" Kemalizm'in en tepe noktasını oluşturmuş, sağcı ve muhafazakarlar içinse kendi siyasal çıkarları ve anti-komünist cadı kazanları için bir günah keçisi olmuştur. Öte yandan Köy Enstitüleri Kemal Tahir gibi sosyalist eğilimli bazı yazarlar tarafından Tek Parti rejiminin ideolojisini yaymak amacıyla oluşturulmuş faşizan kurumlar olarak algılanmış ve şiddetle eleştirilmiştir.
Türkiye'de herhalde pek az kurum bu denli farklı biçimde değerlendirilebildi.
Köy Enstitüleri pratiğinin ve fikrinin gelişmesinde 1930’larda başlayan köye ve köylüye ilginin artmasını dikkate almak gerek. Bunda kuşkusuz siyasal rejimin 1930’lar başlarındaki krizini ve bu krizin hem rejimin toplumsal desteğini köylerde arttırma ve de aydınları bu yönde seferber etmek de önemli bir rol oynadı.
Özellikle Kemalist rejimin köylerdeki zayıflığı göz önüne alındığında, Enstitülerin rejimin ve Türk milliyetçiliğinin yeterince "milliyetçi" olmadığı düşünülen köylere götürülme projesinin de bir parçası olduğu görülür. Ayrıca tam da bu noktada bu kurumların ortaya çıkışını dönem boyunca son derece etkili olmuş köycülük ideolojisiyle de ilişkilendirmek yerinde olur.
Kentleşmeye ve sanayileşmeye kuşkulu gözlerle bakan köycülük, örneğin, Köy Enstitüsünün mimari Tonguç’u etkilemiş bir ideoloji. Köycülük meselesini dikkate almadan yapılan herhangi bir Köy Enstitüsü tartışmasını ciddiye almamak gerekir!
Enstitüler özellikle 1946 sonrası muhafazakar çevreler tarafından kuvvetle eleştirildi. Bu eleştirilerin ilgi alanını daha çok Enstitülerin sözde komünist faaliyetleri oluşturuyor. Enstitüler Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) içindeki ve dışındaki birçok muhafazakarın komünist cadı kazanları için bir vesile olmuş gibi görünüyor.
Enstitülerin doğası ve kapatılmasına ilişkin soldan gelen değerlendirmeler daha karmaşık. Bu değerlendirmelere göre Enstitü deneyimi Kemalist hareketin varsayılan iki kanadı arasındaki iktidar mücadelesine kurban gitti. Bu senaryoda Köy Enstitüleri, başını Mustafa Kemal Atatürk ve özellikle İsmet İnönü'nün çektiği ilerici kanadın devrimi sola çekme girişimi olarak sunuldu.
Hal böyle olunca Enstitülerin kapatılması da diğerlerinin bu ilerici grup üzerindeki galibiyeti olarak açıklanır. Bu değerlendirmenin de gerçekliğe uygun olmadığını belirtmek gerek. Gerçi Tek Parti döneminde yönetici sınıfın monolitik bir blok oluşturmadığı doğru. Ancak ülkenin temel meselelerinde büyük bir ideolojik farklılık olduğunu iddia etmek de biraz abartılı.
CHP içindeki ayrılıkların Enstitülerin kapatılmasında rolü olmadı
Özellikle Enstitüler söz konusu olduğunda CHP içindeki ayrılıkların Enstitülerin açılmasında ya da kapatılmasında önemli bir rolü olduğu doğru değil. Enstitüleri diğerleri gibi Kemalizmin "ilerici" kanadı olarak tahayyül edilen kişiler de kapatmak istemişler, hatta pratikte Enstitüleri bu kişiler kapatmışlardır.
Bu konuda ilk akla gelen kişi elbette İsmet İnönü'nün kendisi. Oysa öyle görünüyor ki Enstitülerin hem açılmasında hem de kapatılmasında CHP ileri gelenlerinin büyük çoğunluğu hem fikirdiler. Enstitülerin gündeme geldiği günlerde Parti içinde bu konuda geniş bir uzlaşmanın olduğu görülüyor.
Örneğin Emin Sazak gibi Batı Anadolu'lu büyük bir toprak sahibi ve daha sonra Demokrat Parti'nin liderlerinden olacak birisi Enstitülere kuruluşunda tam destek verdi. Ayrıca kapatılma sürecini de zamanın Kemalistleri arasında bir çatışma ya da Kemalizmin farklı bir yorumlaması olarak algılamak kanımca yerinde bir bakış açısı değil.
Küçük bir azınlık dışında Köy Enstitülerin bir cadı kazanı içinde yok edilmelerinde zamanın önde gelen ve sonrada sol-Kemalist olarak görülen CHP önderlerinin katkısını gözden uzak tutmamak gerek.
Enstitülerin kapatılmasında bu kurumların açıldığı bölgelerde büyük toprak sahipleriyle mücadele etmesinin büyük bir rol oynadığı düşünülür. Oysa büyük toprak sahipleri Cumhuriyetin ilk yıllarından yakın zamana kadar iktidar bloğunun her zaman önemli bir gücü oldular.
Toprak sahipleriyle kayda değer bir mücadele yürütülmedi
Gerçi Enstitüler büyük toprak sahiplerine uzun vadede potansiyel bir tehdit oluşturabilecekse bile, varoldukları süre içerisinde büyük toprak sahiplerine karşı kayda değer bir mücadele yürütülmedi. Enstitülerin böyle bir mücadelenin bayrağı olduğu yargısı, yakın tarihimizle ilgili başka birçok önemli konu gibi, 1960'ların sol literatüründe üretilen bir mit.
Gerçekte büyük toprak sahipleriyle Enstitülerin mücadele ettiklerini ampirik veriler doğrulamıyor. Zaten Enstitülerin açıldığı yörelere dikkatle bakıldığında buralar büyük toprak ağalığından çok, küçük toprak sahipliğinin yaygın olduğu yerler. Gerçi büyük toprak sahipleri muhtemelen Enstitüleri uzun vadede "potansiyel" bir tehdit olarak algılamış olabilirler, ancak yaşandığı dönemde bu kurumların kapatılmaları için önemli bir neden olarak bunu görmek yaşanan gerçekliği abartmaktır.
Bu tür yaklaşımlar biraz da Kemalizmin sosyalizmin ya da Sosyal Demokrasinin bir varyantı olduğu yanılsamasından türerler. Gerçekte CHP liderleri 1960'ların ortalarına kadar hiçbir zaman kendilerini şu ya da bu şekilde solda tanımlamamışlar, bilakis Tek Parti döneminde sol hareketi genel olarak sert bir biçimde bastırmışlardır.
Enstitü deneyimini anlamamızı zorlaştıran ve sıkça gözden kaçırılan nokta Enstitülerin varolma nedenlerinin ve başlangıçtaki beklentilerin bu kurumların zaman içinde evrildiği biçimiyle çelişkiye düşmesi. Enstitüler zamanın elitist normalarını aşarak daha popüler bir halkçılık anlayışına zemin hazırlayabildi.
Ayrıca bir ikinci öngörülmeyen gelişme de Enstitülerden yetişen öğrencilerin nitelikleriyle ilgili. Bu öğrencilerin kendilerine biraz fazla güvenen ve haksızlıklara tahammül edemeyen tipler olduğu görülmeye başlanıyordu. Ancak böylesi bir insan tipolojisi Tek Parti döneminin normlarına taban tabana zıttı.
Rejimin sahipleri çizmenin aşıldığını düşünmeye başlamışlardı. Öte yandan bir başka beklenmedik gelişme de Enstitü öğrencilerinin kendi aralarında kollektif bir zihniyet geliştirmeye başlamalarıydı. Birlikte yaşayan, çalışan ve öğrenen öğrenciler arasında böylesi bir kollektif bilincin ortaya çıkması aslında pek şaşırtıcı değil.
Bu bilinç siyasi nitelikli değildi ancak radikal Popülist ve sol söylemler böylesi bir zihniyetle donanan insanları daha hızlı cezbedebilirdi ve hiç şüphesiz bu durum rejim için potansiyel bir tehlike olarak algılandı. Nitekim Enstitü mezunu birçok yazar ve düşünürün sonraları "sol" yelpaze içinde yer almalarına şaşmamak gerek.
Enstitüler civar köylüleri dış dünyaya açtı
Benzer bir başka gelişme de Enstitülerin köylü öğrencilerin ve civar köylülerin dünyasını giderek dış dünyaya açmasıydı. Enstitüler sayesinde köy yollarının yapılması, elektrik gelmesi, radyo dinlenilmesi gibi faaliyetler muhafazakar birçok kişi tarafından köylülerin ufuklarını zenginleştiren ve köylülüğün toplumsal mobilitesini artırabilecek tehditler olarak algılandı.
Oysa projenin gündeme getirilmesinde arzulanan köylüleri daha fazla köylerine bağlamak, şehirlere göçmelerini engellemekti. Bu açıdan Enstitüler köylülerin kentlere gelmesinin önünü alabilecek, bu anlamda toplumsal mobiliteyi sınırlayabilecekti. Engin Tonguç'un da belirttigi gibi, "Köy Enstitüsü girişiminin amaçlarından birisi, sınıfından kopmayacak, kopamıyacak, sınıf değiştirerek, çıktığı sınıfın çıkarlarını savunmaktan vazgeçmiyecek köylü aydın yetiştirmekti."
Benzer şekilde bu düşünce dönemin yaygın ideolojisi muhafazakar bir korporatizmin statik toplum öngörüsünün de ayrılmaz bir parçasıydı. Gelgelelim Enstitüler dış dünyayı daha fazla merak eden, daha fazla mobilite isteyen öğrenciler yetiştirme durumuna gelmişti! Nitekim birçok Enstitü mezunu soluğu şehirlerde almakta gecikmedi.
"Enstitüler ancak Tek Parti rejiminde yaşayabilirdi"
Beşinci ve belki de en önemli beklenmedik gelişme 1946 sonrası dünya konjüktüründeki değişmeydi. Nazizm'in ve faşizmin yenilgisiyle birlikte tek-parti rejimleri tüm dünyada gözden düşmekteydi. Bunlar artık biraz fazla göze batmaya başlamışlardı. "Özgür" dünyanın yeni lideri Amerika Birleşik Devletleri de Türkiye gibi ülkelerde çok partili rejime geçilmesi taraftarıydı.
Türkiye aydınları ve yönetici sınıfı da savaş sonrası yeni bir dönemin başladığını kuvvetle sezmekteydi. İşte bu koşullar altında bir Tek Parti yönetimi kurumu olarak planlanan Köy Enstitüleri'nin çok partili hayatta yaşaması son derece güçtü, çünkü Enstitüler, Halkevleri gibi, CHP iktidarı ile özdeşleştirilmiş kurumlardı. Gerçekten de, İsmet İnönü'nün yıllar sonra söylediği gibi, Enstitüler ancak Tek Parti rejiminde yaşayabilirlerdi.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Köy Enstitülerinin harcanmasının altında yatan bir neden de İsmet İnönü'nün kendi siyasal manevraları için Enstitüleri kullanmasıydı. Bu bağlamda altı çizilmesi gereken en önemli nokta, genel kabulün tersine, bu kurumların kapatılmasında İnönü'nün birinci dereceden katkısı olduğu.
Bu noktayı Niyazi Berkes anılarında çok net bir biçimde ortaya koyar. Ona göre Enstitülerin gözden çıkarılabilmesinin nedeni bu kurumların İnönü'nün anti-komünist manevraları için malzeme teşkil etmesidir. İnönü bu dönemde birisi içsel, diğeri dışsal iki nedenle bir anti-komünizm "yaratmak" hesabındadır.
Birinci neden ülke içinde yeni gelişen muhalefete "komünizm" suçlaması atarak hem onların sola yönelmelerini, bir takım solcularla ilişkilerini kesmek, hem de bir çamur atma kampanyası ile muhalefeti yıpratmak. İkinci neden ise dış dengeler açısından bir anti-komünizm kampanyası ile Müttefiklere şirin görünmek ve ülkenin 1930'lar ortalarından savaşın bitimine dek ortalığı kaplayan Nazi yanlısı politikalar ile içine düştüğü yanlızlıktan bu yolla kurtulmak.
"İcad" edilen anti-komünist kampanya
Bu nedenlerle İnönü yoğun bir anti-komünist kampanya "icad" eder. Önce sosyalist partilere izin verilir, hem de Recep Peker hükümeti tarafindan! Sonra da Üniversite olayları, Tan olayları, sosyalist partilerin kapatılması gibi nedenlerle kentlerde "tehlikeli" bir komünizm olgusunun varlığı sezdirilmeye çalışılır. Ancak en az bunun kadar önemlisi hem ülkenin içine hem de dışına komünistlerin köylere kadar her yeri sardığını gösterebilmektir.
Köy Enstitüleri ise, ne yazık, bu iş için yegane ve biçilmiş kaftan olur. Sadece kentleri değil, köyleri de saran bu tehlikenin kırlardaki yatağı ve merkezi Enstitülerdir! İnönü'nün Enstitüler için kılını bile kıpırdatmaması Berkes'in görüşlerinin pek de yabana atılmaması gerektiğini gösteriyor.
Köy Enstitüleri 1960’lardan başlayarak genel olarak Türkiye solunda saygın bir yer edindi. Bunda hiç kuşkusuz Enstitü mezunu aydınların kendi kurumları üzerine yazdıkları ve kendi yapıtlarında köy gerçeğini gündeme getirmelerinin önemli bir rolu olmuştur. Türkiye solunun özellikle 1960’larda ve 1970’lerde köye ve köylüye olan ilgisi dolayısıyla sadece Maoculuğun dünya çapındaki prestijini aşan, Türkiye’deki Enstitü ve köycülük geleneğiyle de açıklanabilecek bir olgu olsa gerek.
Bu anlamda sosyalist sol ile Kemalist-solun kaynaşmasında Enstitülerin önemli bir tarihsel malzeme sağladığını göz ardı etmemek gerekiyor. Bu dönemin sosyalistlerinin köyü ve köylüyü yüceltmeleri çoğu kez kentsel çalışan sınıfları yeterince dikkate almaması pahasına oldu.
Dahası sosyalistler içinde köycü bir kültürel iklimin yaratılmasında bu tarihsel mirasın önemli bir rolü olduğu söylenebilir. Dolayısıyla bugüne olan etkisiyle olsun, geçmiş zengin bir tarihsel deneyim olarak olsun, Enstitüler ülkemizin tarihinde özgün yerlerini korumaya devam ediyorlar. Ama bu kurumları hâlâ bir biçimde abartmak ve sürekli arada gündem maddesi yapmak artık fazla ciddiye alınmaması gereken bir durum.
Günahıyla sevabıyla özgün bir deneyim yaratmaya çalışan 1940’ların Enstitü deneyimine katılmış herkes bir vizyonu, bir umudu, bir geleceği tahayyül ediyorlardı. Genç ve dinamiktiler. Geleceğe bakıyorlardı. Bu mirasın kendi evlatlarının önemli bir bölümü bile, ne yazık ki, artık hep geçmişe bakarak muhafazakarlaştılar çoktan! (AK/GG)
* M. Asım Karaömerlioğlu, Boğaziçi Üniversitesi
KAYNAKÇA
M. Asım Karaömerlioğlu, 2006. Orada Bir Köy Var Uzakta. İstanbul, İletişim Yayınları
Fay Kirby. 1962. Türkiye'de Köy Enstitüleri. Ankara: İmece Yayınları
Engin Tonguç. 1970. Devrim Açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç. İstanbul: Ant Yayınları
İsmail Hakkı Tonguç. 1947. Canlandırılacak Köy. İstanbul: Remzi (ikinci baskı)