Bugünlerde Türkiye'de her şey "varoluşsal" bir zeminde yaşanıyor. 2015 Seçimleri de öyle.
Gönlünüz eğer bir "dava" partisinde, bir "devrimci" partide değilse, her dönem hiç düşünmeden aynı partiye oy vermek çok doğru bir strateji değil. Bu insanın hayatta belirli ilkeleri olmadığı anlamına gelmez.
Bilakis, kendi ilke ve vizyonlarınıza tarihin "o anında" hangi stratejinin hedeflerinize en "optimum" cevabı verip vermeyeceğidir sözkonusu olan. Bazen bir seçimi boykot etmek, bazen daha az sevdiğiniz bir partiye oy vermek gibi bir dizi farklı stratejik hamleyi dikkate alabilir insanlar.
Her tarihsel dönemin kendine has bir ruhu, bir gündemi oluşuyor, bazı sıradışı gündemler kendini o tarihsel kavşakta öne çıkartıyor. 2015 Türkiye seçimlerine damgasını vuran gündem nedir? Birkaç tane var: Birincisi doğrudan bir kişi diktatörlüğüne gidilip gidilmemesi meselesi. Bir diğeri ülkenin yaşadığı en derin "kutuplaşmanın" sürdürülemezliği. Ve tabii ki yüz yıllık bir "hikayenin" önemli bir uğrağını teşkil eden "çözüm süreci". Bu üçü de biraz "varoluşsal" niteliklere haiz gündemler.
Bu anlamda haliyle 2015 seçiminde Erdoğan (AKP) ve Halkların Demokratik Partisi'nin (HDP) öne çıkmasına şaşmamak gerekir. Gözlerin o nedenle bu ikisi üzerinde olması doğal.
Bu seçimleri Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), tabiri caizse, "locadan" izlemekteler. Bir takım ciddi "makyajlar" yapmış olmalarına rağmen bu iki parti henüz Türkiye gündeminin doğrudan içinde değiller. Asıl olanın "varoşsal" bir kriz olduğu bir noktada CHP'nin kendisine seçimde ana hat olarak "ekonomiyi" görmesi belki de kendi açılarından sürece fazla müdahil olmak istememek diye de okunabilir?
Kestirmek zor. Ancak ortada henüz 2001 krizi gibi yakıcı bir kriz olmadığı için bu ekonomik çağrının hedefine ne kadar ve ne zaman ulaşacağı bir muamma. Üstelik insanların ekonomik olarak ellerindekini kaybetmemeyi geleceğin belirsizlik bulutları arasındaki kazançlara yeğleyecekleri insan psikolojisinin temel içgüdülerinden de biri. (Ana gündemlerin dışında olmak yüzünden geçmişteki yüzde 26 oyu alamaması Kemal Kılıçdaroğlu açısından da "varoluşsal" bir sonuç üretebilir, bu olasılığı da yabana atmamak lazım.)
MHP ise "müspet" (pozitif) bir parti değil, bir tepki partisi. "Varsa yoksa Türk milliyetçiliği" demekte. Tepkisel partilerin genellikle insanların hep "ikinci" tercihi olması bu açından bakıldığında rastlantı değil. Milyonlarca insanın günlük yaşam pratiklerine bir şey söylemez MHP. Bir "korku" etrafında siyaset yapar.
Kaç kişi bu partinin eğitim, finans, kentsel dönüşüm, sağlık, etnik meseleler gibi konulardaki projelerinden, tabii eğer varsa, haberdardır? Ancak ülkede çok sayıda tepkisel insan da olduğuna göre sessizce ve de kendisi çok da fazla müspet bir şey yapmadan seçimlerden kendince başarılı da çıkabilir MHP. Ama bu seçimin düğümünde, ekseninde MHP yok. Bir başka deyişle hem MHP, hem de CHP bu seçimde başrolde yoklar ve de başrol için de oynamıyorlar.
Bu seçimler Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ve onun lideri Erdoğan açısından kritik bir seçim. Onlar için geriye esneyebilecekleri bir adım bile marj yok, arkası uçurum. Her şeyin üstüne "ne pahasına olursa olsun" gitmek zorundalar o yüzden. Geçmişte ziyadesiyle faydalandıkları toplumun birçok değişik kesiminin desteğinden artık yoksunlar. İçlerine döndüler.
AKP için milat adına ister "yetmez ama evetçiler" deyin, ister "liberaller" deyin "aradaki" entelektüellerle köprülerin atılmasında yaşandı. "Yetmez ama evetçiler" içinde Markar Esayan ve de bazı eski Maocuların kalmaları bu açıdan düşündürücüdür. Savcı Sayan gibi tipleri milletvekilliğine taşıma noktasına gelmeleri insan malzemeleri hakkında bir fikir verse gerek.
AKP ve lideri 2011 öncesindeki "moral" üstünlüklerini Gezi ile birlikte yitirdiler. "Moral" üstünlük kuramayan siyasal partiler hegemonik bir güç olamazlar. O nedenle de artık "havuçla" değil, "sopa" ile toplumsal muhalefetin üzerine gitmek durumdalar ve de zaten öyle de yapıyorlar. "Polis yasasının" aslında Kürtler için değil, "Gezi" için çıkarılmak istenen bir yasa olmasını bu perspektiften değerlendirmek daha gerçekçi. (Kürtler için "sıkıyönetim" gibi şeyler onlarca yıldır zaten vaka-i adiyeden.)
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) ve lideri Erdoğan'ın 2011 seçimlerindeki başarılarına ciddi katkıda bulunmuş iki önemli avantajı da artık yok. Bunlardan birisi her şeye rağmen ekonominin yolunda gidiyor olmasıydı. Bir diğeri de dış politikada başarılı, saygın bir imajın insanlara telkin edilebilmesiydi (İnsanlarımız "biz güçlü ülkeyiz" imajını pek bir severler). Her iki konuda da çanlar sert çalıyor 2015'de.
Gelelim HDP'ye. Bir yandan "çözüm süreci" gibi tarihsel bir kavşakta olunmasının getirdiği önemli meseleler var önlerinde. Ancak şu da bir gerçek ki "çözüm süreci" eğer Türkiye diye bir "toplum" varsa anlamlı olabilecek bir atılım. Türkiye'de Gezi'den beri "toplum" çözülmektedir.
Toplumları toplum yapan şey "sosyal kontrat"dan evvel ve de ondan önemli olarak, "temel ahlak" alanında uzlaşıdır. İsterseniz buna "customary law" denilen örf, adet gibi şeylerin siyasal hukuka önceliği de diyebilirsiniz. Örneğin hiçbir toplumun hiçbir okulunda öğrencilere "yolsuzluk yapmak mubahtır" gibi bir şey anlatılamaz.
Türkiye Gezi'den ve 17/25 Aralık'tan beri artık "temel ahlak" alanındaki uzlaşıdan yoksundur. O nedenle "çözüm süreci" Gezi'den önce Türkiye'nin bir numaralı gündemi iken süreç içinde genel olarak toplumun "çözülme" meselesinin ana ekseni oluşturduğunu görmek gerekir.
HDP çok ilginç bir fırsat yakaladı. Yüzde 10 gibi bir oranla, eğer barajı geçerse, ülkenin kaderini belirleyebilecek bir konuma geldi. Kutuplaşmanın ve ayrışmanın ülke genelinde bir "birleştirici" güce ihtiyaç gösterdiği bu dönemde HDP bölgesel bir vizyonu ve misyonu aşması halinde tarihsel bir başarıya da imza atabilir. "Zamanın ruhundan" dolayı böyle bir ihtimal var.
Büyük kutuplaşmaların yaşandığı ve kutupların az çok konsolide olduğu toplumlarda en gerekli şey "orta tabakalardır." Burada "orta" sözcüğünden kastım toplumun değişik kesimlerinde kökleri olan ve bu kesimlere dokunabilen, bunlarla "empati" yapabilen, bunlarla diyalog kanalları açık kesimler. Bugünkü Türkiye gibi akıl almaz boyutlarda bir "kutuplaşmanın" yaşandığı bir yerde kutuplaşan kütleler arasında değişik katmanlara, sınıflara, kimliklere dokunabilecek, hitap edebilecek siyasal öznelere ciddi bir ihtiyaç var.
Tayyip Erdoğan'ın bilinçli ve hesaplı bir şekilde uzun zamandır, ama özellikle Gezi sonrasında, ülkeyi kutuplara ayrıştırma stratejisi güttüğü biliniyor. O nedenle de tarih bu kutuplaşmayı aşabilme potansiyeline sahip ve o kutuplaşmanın üzerine çıkabilecek boyutlarda ortaklıkları olan öznelere büyük bir görev yüklüyor.
Böyle bakıldığında konjonktürel olarak iki aday var şu anki Türkiye'de: Kadınlar ve Kürtler. Kadınlar her yerdeler ve bütün kutupların içinde ve ötesinde ortak kaygıları var.
Benzer şey Kürtler için de söylenebilir: Kürtler arasında seküler insanlar da var, İslamcılar da; yoksullar da, burjuvalar da; köylüler de, şehirliler de ve unutmayalım Sünniler de, Aleviler de; velhasılı her sosyal gruptan insan var. O nedenle de bütün kesimlere açılabilme, bir başka deyişle kutuplar arasında dolaşabilme olanağı var.
HDP'li siyasetçilerin o yüzden bu tarihsel momentin getirdiği olanakları büyük ölçekte düşünerek değerlendirmeleri herkes için çok elzem.
Eğer HDP sahiden bir Türkiye partisi olmayı ciddi biçimde önüne koyabilirse sayıca az olmasına bakılmaksızın son derece işlevsel bir pozisyon elde edebilir.
Ayrıca da bir Türkiye partisinin Kürt sorununu çözmesi çok daha kolay, çok daha "realist," çok daha inandırıcı olur. Zaten "Türk" sorununun çözülemediği bir yerde Kürt sorunun da çözülmesi eşyanın tabiatına aykırı. (AÖ/HK)
* M. Asım Karaömerlioğlu, Prof. Dr., Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü öğretim üyesi.
* * Fotoğraf: Emin sansar - Ankara/AA