Siyasette genellikle moral üstünlüğü olan kazanır.
İngiliz İmparatorluğu’na karşı barışcı taktiklerle savaşan Gandhi’nin belki de en önemli silahı moral üstünlüğüydü. Kolkola girmiş dört kişiden oluşan gruplar İngiliz askerlerinin üzerine yavaş adımlarla doğrudan yürümüşler, her biri süngülerle yere düşürülmüş, sonra sıraya girip yeniden üzerlerine yürümüşlerdi. Ortaki görüntü Hindistan ve dünya kamuoyunun önüne düştüğünde İngilizler aslında o noktada yenilmişlerdi. Moral üstünlüğü olan, üstelik de haklı ise, er geç kazanır. Hayatın her alanında merkezi bir rol oynayan psikoloji hiç kuşkusuz siyasette de hükmünü sürer.
Tayyip Erdoğan’ın AKP’si 2002 yılında moral bir üstünlükle iktidara geldi. Mazlumların haklarını dillendiriyordu, “sessizlerin sesi” olma iddiasındaydı. “Başı kapalı” genç kızların haklarından, uzun yıllar kültürleriyle aşağılanmışların taleplerinden, hor görülmüşlerin tepkilerinden sahici bir meşruiyet buluyordu. Karşısındakiler mevcut düzenin çürümüş klasik partileriydi. Üstüne üstlük uzun yılların toplumu kışla disipliniyle yönetmiş askeri vesayet sistemi de değişen dünya ve Türkiye koşullarında gücünü giderek yitiriyordu.
Üst üste yaşanan iki büyük, sarsıcı buhran AKP’yi hızla yukarı taşıdı: 1999 Depremi ve 2001 krizi. Ülkenin akla gelebilecek her düzeyde en önemli beşeri, ekonomik, kültürel gücünün cisimleştiği Marmara bölgesi ağır bir depremle çöktü, ardından Cumhuriyet tarihinin gördüğü en büyük ekonomik kriz kapıyı çaldı, milyonlarca insan bir gecede reel gelirlerinin neredeyse yarısına yakınını kaybettiler. Orta sınıflarda da ciddi biçimde işsizlik sorunu gündeme geldi.
Büyük buhranlar mutlaka yeni yönelimlerin fitilini ateşler. Toplumlar da insanlar gibi derin krizlerde, depresyonlarda kendi benliklerini, eskiyi, hayatı, velhasılı hemen herşeyi sorgularlar; eskileri göndererek yenilere yer açarlar. Böylesi “varoluşsal” sorgulamalar radikal tercih değişimlerini de tetikler.
Bütün bu süreçle de beslenen ve moral anlamda üstteki parti imajı karizmatik Tayyip Erdoğan liderliğiyle birleşince Cumhuriyet tarihinin en güçlü iktidarlarından birinin yolu açılmış oldu. Sadece bunlara indirgenir anlamında söylemiyorum, hayır, ama moral üstünlük meselesinin sanıldığından çok daha önemli ve kritik olduğunu vurgulama adına altını çizmek lazım.
Cumhuriyet tarihinde “çevrede” kalmış milyonların sesi olan AKP, aynı zamanda sahici bir “mazlum” edebiyatıyla bu moral üstünlüğü kurmuştu. Tayyip Erdoğan hemen her konuşmasından tek-parti döneminden kendisine uygun konular bulur, onların üzerine gider, tarihsel haklılığını sürekli vurgulardı. Hiçbirşey bulamazsa 1940’ların İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki karne uygulamalarından dem vururdu, savaş koşullarından bahsetmeden üstelik.
Bugün AKP’nin artık “mazlum” edebiyatı kimseye inandırıcı gelmiyor. Devletin hemen her yerinde kadrolaşmasıyla, yeşil sermayesiyle, hayatın her alanında kendi zevklerini ve tercihlerini dikte ettirebilecek kadar büyük bir kibirle yürütülen güç gösterileriyle bugünün AKP’sini bırakalım “mazlum,” “zalim” olarak bile değerlendirenler bulmak mümkün. On yıl öncesinde anlamlı olan taktikler, artık son kullanma tarihi geçmiş verilerden başka bir anlam ifade etmiyor. Türkiye’de hatırı sayılır bir nüfus geçmişte askeri vesayet döneminde yapılan yaşam tarzına müdahalelerden, topluma verilen sayısız ayarlardan çok daha fazlasının AKP eliyle gündeme getirildiğini düşünüyor. Üstelik arkasındaki ciddi toplumsal destek ile. Geçmişin kibirlilerinin “devletlü” söylemi bugün Tayyip Erdoğan’ın en hafifinden olduğunda bile “benim bakanım” gibi kibirli ve pederşahi söylemi tarafından ikame ediliyor. Geçmişin çapulcu, marjinal gruplar, teröristler söylemini daha yüksek telden bugünkü Başbakan da kullanıyor. Uzun lafın kısası moral üstünlük artık yerinde değil. Bilakis gencecik çocuklara biber gazlarıyla, TOMA’larla müdahale eden bir hükümet görüntüsü artık hem Türkiye’nin, hem de dünyanın gözleri önünde. Sürekli geçmişteki “mazlumluğu” vurgulayan AKP için 11 yıl sonra hala ısıtılan mazlum edebiyatı giderek daha az insana inandırıcı gelmekte.
Meydanlarda kendiliğinden toplanan milyonlarca insana bakıp gerçeklikle alakası olmayan suçlamalar yöneltmesi de (yok efendin camide bira içilmesi) Tayyip Erdoğan’ın moral üstünlüğü yitirdiğine yönelik bir işaret olarak değerlendirilebilir. Otoriter devletlerin klasik taktiği olan muhalefete önce birkaç sıfat yapıştırıp, sonra da onları mahkum etme pratiği de, örneğin çapulculuk olayında olduğu gibi, artık moral üstünlüğün yitirildiğinin işaretlerinden birisi.
Moral üstünlük insanlara “pozitif enerji” verir, kitleler nezninde bir saygınlık, bir destek sağlar. Böylesi bir halin ve enerjinin bir çekiciliği vardır. Kaldı ki moral üstünlüğü olan hareketler aynı zamanda tepkisellikten uzaklaşarak kendi gündemlerini dayatabilirler. Tepkisel olan da siyasette hep kaybetmeye mahkum, diğerinin çizdiği alandadır çünkü.
Bugün “başörtüsü” gibi klasik temaları kullanarak AKP’nin gidebileceği bir yer olduğunu sanmak pek mümkün görünmüyor. Bilakis milyonlarca insanın “artık yeter, artık üstümüze daha fazla gelme” biçimindeki haykırışları onları hiç kuşkusuz moral olarak daha yukarı taşımaktadır. Biber gazı gibi kimyasalları insanların üzerine sıkmak da moral anlamda aşağıya gidişin habercisi gibi görünmektedir. “Bir şiir okudu” diye hapis yatan Tayyip Erdogan imajı yerini “bu işi bir an önce bitirin” diyen bir “devletlü” imajına dönüşmüştür. Bu imaj dönüşümünde moral güç artık Tayyip Erdoğan’dan kayma eğilimdedir. O her ne kadar hala taaruzda olduğu gibi bir imaj çizmeye çalışsa da aslında müdafaa hattına çoktan geçmiştir. Başbakan’ın son günlerdeki söylemlerinin üstünkörü bir analizi bile bu yargıyı destekler nitelikte. Askeri darbeye, haksızlıklara karşı dik duran Erdoğan imajı bugün farklı imajlarla ikame edilmektedir. Zaten örgütsüz, ideolojisiz Gezi Parkı kitlelerinin de en büyük enerjisi, en büyük gücü artık moral olarak üstünlüğün kendi taraflarına geçmesindendir. (AÖ/HK)
* Dr. M. Asım Karaömerlioğlu, Boğaziçi Üniversitesi