"Milletin adamı, cumhurun başkanı, ümmetin lideri."
Üstünde Tayyip Erdoğan’ın büyük bir resmi bulunan pankarttan, 2014.
Manidar bir slogan. Erdoğan ve Davutoğlu’nun son günlerde yoğun olarak tartışılan olağanüstü kongre konuşmalarının bu sloganla birlikte analizi “dava” ve “restorasyon” kavramlarına bir açıklık getirebilir mi?
Konjonktürel olarak 1999 depremi ve 2001 iktisadi krizi gibi iki büyük travmanın, tarihsel olarak da neredeyse yüz yıllık İslamcı hareketin bir ürünü AKP iktidarı. Kendisini “muhafazakâr demokrat” olarak nitelendiren bir parti. Son dört senedir “demokrat” kimliği ciddi biçimde sorgulanıyor, görünen o ki yakın zamanda “muhafazakâr” sıfatı üzerinde de tartışma dönecek. Bilindiği gibi ortalıkta “devrim,” “ihtilal,” “yeni,” “davamız,” gibi kavramlar uçuşuyor. Oysa biliniyor ki eğer muhafazakârlık kavramını siyaseten en sade biçimde tanımlamak gerekse herhalde devrim ve radikalizm karşıtlığı üzerine temellen söylemler bütünü demek lazım. Burada çok büyük bir çelişki var gibi görünüyor: Ya AKP kendisini tanımlayan en temel özelliğinden sıyrılıyor ve sahiden “yeni” bir şey oluyor, (ki bu onun için de riskli, çünkü onu o yapan şey İslami tonları olan bir muhafazakârlıktı), ya da Davutoğlu’nun “restorasyon” kavramı bütün bunları bir şekilde sentezlemeye yönelik “sihirli” bir formül?
Restorasyon bilindiği üzere bozulan eski düzeni düzelterek onu yeniden tesis etmek demek. 1882 Tarihli Redhouse sözlüğü gerçi “red” ve “iade” olarak da anlam veriyor. Bizde “ıslah” kelimesi bunun tam karşılığı olarak kullanılırdı. Günün sorunlarını geçmişte var olduğuna inanılan “altın” çağlara dönerek “düzeltmek” isteyen Osmanlı bürokratları da ıslah, ıslahat gibi kavramları sık sık kullanmışlardı. Öte yandan restorasyon kavramı Fransız Devrimi ve Napolyon savaşları sürecinde Avrupa’da yaşanan hızlı, kaotik ve devrimci değişime karşı 1815’te mutlakiyetçi ve muhafazakâr rejimlerin pekiştirilmesi, devrimin tahrip ettiği düzenin yeniden inşa ve ihya edilmesi anlamında kullanıldı.
Davutoğlu gibi kavramlara duyarlı bir akademisyenin bu kavramı gelişigüzel kullanma ihtimali çok düşük. Kaldı ki hem kendisinin, hem de aynı gün kongrede Tayyip Erdoğan’ın değerlendirmeleri dikkate alındığında aslında az çok belirgin bir tablo önümüzde netleşiyor. Nasıl mı? Basit bir yöntemle gidelim:
Önce her ikisinin konuşmasındaki önemli kavram ve isimlerin şöyle bir altını çizelim: “Kökü mazide olan âti,” “Birinci Meclis,” “Gazi Mustafa Kemal,” “Ebu Eyyüb El-Ensari,” “Selahaddin Eyyübi,” “1071,” “23 Nisan 1920,” “dava,” “istişare,” ve nihayet “iyinin ve kötünün mücadelesi” olarak Hz. Adem’den beri insanlık tarihinin tanımlanması (T. Erdoğan)
“Kökü mazide olan âti” dizesi Türkiye’de muhafazakârların çok beğendikleri, çok kullandıkları bir deyiş. “Ne harabiyim, ne harabatiyim/ Kökü mazide olan âtiyim (gelecek)” diyen Yahya Kemal’in bu dizeleri Tayyip Erdoğan tarafından da son on yılda çok sık kullanıldı. Bu muhafazakâr tahayyülde merkezi ve kritik an 1071′de Anadolu’nun ele geçirilmesi. Orta Asya ve Turan gibi coğrafyalarda kendilerine etnik ve coğrafi köken arayan İttihat ve Terakki mensuplarının tersine, bu muhafazakâr kesimler için kritik coğrafya Anadolu, kritik tarih Anadolu’nun kapılarını açan Selçukluların ve Anadolu’dan büyüyen Osmanlıların tarihi (AKP Anadolu ve Balkan kökenlilerin mücadelesinin son durağı olarak okunabilir mi?). Erdoğan’ın da sürekli vurguladığı bu 1071 referanslı tahayyülde hem İslam’ın, hem de Türkler dışındaki Müslüman kavimlerin de çok önemli bir yeri var.
Konuşmalarda göze çarpan isimler de önemli: Selahaddin Eyyübi Kürtlere kırpılan bir göz, Abu Eyyüb El-Ensari o zamanki adıyla Konstantinople’un, yani İstanbul’un, Araplar tarafından kuşatılması sırasında ölen, İslam tarihinin önemli sembolik vasıflar taşıyan Arap liderlerinden (Mezarının Eyüp Sultan’da olduğuna inanılır). Davutoğlu konuşmasının hemen daha başında onun adını anıyor. Eyyübi ve El-Ensari ile İslam ümmetinin Ortadoğu’daki iki büyük grubuna muhtemelen mesaj gönderiliyor.
Bilindiği gibi Tayyip Erdoğan hemen hiçbir zaman Kemal Atatürk ismini kullanmıyor. Onun tercihi Gazi Mustafa Kemal. Kanımca böyle yaparak bu tarihsel şahsiyetin iki dönemini ayırmak istedi: Cumhuriyet öncesinin Gazi’si ile 1923 sonrasının Atatürk’ü. Milli Mücadele dönemine vurguyu göstermesi açısından bu fark çok önemli. Zaten her iki konuşmada da bu dönem övülüp, yüceltiliyor. Birinci Meclis’te kullanılan İslami sembollerden dem vurulurken, başta Kürtler olmak üzere tüm Müslümanların, yani ümmetin, bu mecliste temsil edildiğinin altı çiziliyor.
Bütün bunlar birleştirildiğinde restore edilmek istenenin Birinci Meclis’li Milli Mücadele dönemi olduğunu düşünmek mümkün. Muhafazakârlığın dayanacağı, restore edileceği dönem bu dönem: çok sesli, çok etnik gruplu, hatırı sayılır İslami tonları olan (ki Birinci Meclis için doğrudur bu), “Gazi’ye” muhafazakâr muhalefetin de ciddi boyutlarda olduğu “istişareli” meclisiyle Milli Mücadele dönemi. Unutmayalım ki içki yasağı (1920-1924) da bu Meclis’in Atatürk’e rağmen çıkardığı ilk kanunlardan biriyle gerçekleşiyor. Erdoğan konuşmasında zaten “… aynı zamanda 23 Nisan 1920 ruhunu da Türkiye’ye yeniden kazandıracaktık” diyor. "Yeniden" sözcüğü burada önemli. Kaldı ki geçen yılın Aralık ayından beri yeni bir Milli Mücadele’den bahsediyor AKP kurmayları.
Birinci Meclis’e dogru bir restorasyon metaforu yeni “dava” mıdır? AKP son 12 yıl boyunca askeri vesayetin ortadan kaldırılması hedefiyle yürümüştü. Askeri vesayet hedefi hem geleneksel tabanında yankı buluyor, hem de liberalinden sosyalistine kadar pek çok kesim tarafından destekleniyordu. Üzerinde siyasal hareketlilik oluşturabilecek bir hedef sözkonusuydu. Oysa bugün askeri vesayet tam anlamıyla yenilmediyse bile ağır yaralar almış durumda. Şimdi liberal ve sol kesimlerin Gezi sonrası büyük ölçüde desteğini çektiği bir ortamda sadece kendi tabanını mobilize edecek bir yeni davaya acilen ihtiyaç var, bu nedenle yeni bir tarih okumasının da bu süreçte ortaya çıkması raslantı olmasa gerek.
Bu “yeni” tarih okumasında Atatürk dönemine (1923-1938) pek dokunulmayıp sonraki dönemlerde bozulmanın başladığı tespitini nasıl değerlendirmek lazım? Çünkü çok açık ki aslında bu Atatürk dönemi kendilerinin eleştirdiği birçok uygulamayı ziyadesiyle içinde barındırmakta. Galiba burada pragmatik bir tercih yapıldı: hem Atatürk gibi karizmatik bir kişiyi karşıya almamak, hem Samsun’dan başlatılan seçim kampanyası (yenilik nerede burada?) gibi algılarla “Milli Mücadele” vurgusu. Belki bir ihtilal dönemi tasavvuru. İhtilal “hukuku” ile bugünkü hukuksal meselelerinin ele alınış biçiminin meşrulaştırılması belki? Öte yandan Cumhuriyet’i topyekün eleştirmenin haksızlık olacağı da düşünülmüş olabilir, Cumhuriyet’in sağladığı sosyal mobilite nihayetinde Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan gibi “mütevazı” ailelerden gelen kişileri sistemin en tepesine taşıma imkânı verdi. Onların başarısı bir anlamda hiç şüphesiz Cumhuriyet’in de başarısı. Bir anlamda Cumhuriyet’i reddetmek kendini reddetmek gibi de algılanmış olabilir.
Davadan kastedilen bir diğer önemli boyut eğer ümmet fikrine ağırlık vermekse, ki öyle görünüyor, bunun önümüzdeki süreçte Türkiye’de İslami söylem ve pratikleri artırmasını beklemek gerekir. Çokça yazılıp çizildiği gibi bir süredir hem dış politikada, hem iç politikada Türkiye Batı’dan çok yüzünü Ortadoğu’ya dönmüş durumda. Eğitim ve sosyal hayatta büyük değişimler yaşanıyor, yeni bir dönemin açılış sürecinin taşları yerlerine oturtuluyor. Türkiye’nin bu “Ortadoğululaşma” sürecine hiç beklenmeyen, ama etkileri önümüzdeki süreçte çok büyük olacak bir başka “maddi” unsur daha eklendi: Türkiye demografisi, yani nüfusunun yapısı, ciddi bir değişim geçirmekte, ülkedeki Suriyeli nüfusun artmasıyla toplam nüfusun yüzde 2’lerine ulaşan ve yakın gelecekte potansiyel olarak akla hayale gelmeyecek sosyal çatışmaları da gündeme getirebilecek denli önemli “yeni” bir nüfus oluştu Türkiye sınırları içinde. (Umut edelim bu bir “Arap meselesi” haline dönüşmesin.)
Türkiye Cumhuriyeti seküler bir ulus devlet olma projesiydi. İnsanların dini kimlik üzerinden birincil kimliklerini tanımladığı bir ülke, “maddi” temelleri olan bir Türk milliyetçiliği üzerinden inşa edilecekti. Bu maddi temelin her ne kadar çok aşırı boyutlara ulaşmasa da zaman zaman kuvvetle vurgulanan etnik bir bileşeni olduğu da aşikâr. Bu tahayyülde gerçi “kültür,” ve “tarih” gibi nosyonlar önemli ölçüde öne çıkarılmakla beraber nihayetinde bunlar Türk kavimlerinin binlerce yıllık tarihlerinden getirdikleri “maddi” nitelikler olarak kurgulandı. Cumhuriyet Türkiye’si dini bile “milli” bir din yapmayı denedi. Ezanın Türkçe okunması bunlardan sadece bir tanesiydi. Milliyetçilik adeta yeni bir din olarak gündeme getirildi. Çağ milliyetçilikler çağı olduğu ve uluslaşma mevcut dünyanın yeni “toplum” (Gemeinschaft) formatı olduğu için tüm bunların bir rasyoneli hiç şüphesiz vardı. Esas mesele günlük hayatın pratiklerinde bu yeniliğin karşılık bulmasıydı. Bu noktada dinsel hegemonyayı kırmak ortada duran en ciddi, en çetin meseleydi.
Yeni cumhuriyetin iki kanunu, Medeni Kanun ve Tevhid-i Tedrisat kanunu, bu açıdan en radikal, en iddialı kanunlardı. Her ne kadar “maddi” deyince sadece ekonomi ve coğrafyayı dikkate alanlarca yıllarca son derece yanlış biçimde “üstyapı” ya da “gardırop devrimciliği” safsatalarıyla küçümsenen bu kanunlar aslında milyonlarca insanın gündelik pratiklerini belirleyecekti. Günlük hayat artık “ilahi” ve “kutsal” temellerde değil, seküler temellerde biçimlendirilmeye çalışılıyordu. Tanzimat’tan beri tedrici ve muğlak bir şekilde başlayan, Meşrutiyet ile ivme kazanan bu süreç Cumhuriyet ile radikal, tutarlı ve belirgin bir şekilde hayata geçirilecekti.
İkinci Dünya Savaşı sonrasına gelindiğinde bu milliyetçilik yerine daha “kültürel” tarzda tanımlanan bir tarife bırakmaya başladı. Böylece de Türk-İslam sentezi denilen ideolojinin önü açıldı. Bugün içinde yaşadığımız süreç ve göze çarpan siyasal söylem belki buradan “ümmete” geçiş olarak tahayyül ediliyor olabilir. Bekleyip görmek lazım.
Türk milliyetçiliğinin en büyük paradoksu farklı etnik gruplar meselesinde ortaya çıktı. Özellikle hatırı sayılır bir nüfusa sahip Kürtlerin akıbeti bu tabloda belirsizdi. Askeri ve sivil bürokrasinin adeta bir paranoya düzeyinde algıladığı Kürtlerin durumu meselesi konusundaki tavrı yakın geleceğimizi belirleyecek en önemli noktalardan biri olacak. Hiçbir konuda fazla yorumda bulunmayan Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in son günlerde sadece Kürt meselesini kastederek bizim “kırmızı” çizgimiz tarzındaki çıkışı hali hazırda bu konuda gelenekselci bakış açısının sürdürüleceğine dair ipuçları veriyor. Milliyetçiliği korumak adına yol alınırken “millet” yerine ümmetin geçeceği başka bir Türkiye onların henüz gündeminde yok gibi görünüyor. Vatandaşlık bağı ile Türkiye’ye bağlı bir Kürt nüfusun ne kadar önemli olduğunu anladıklarında, üstüne üstlük başka bir sosyokültürel ve demografik yapının sorunları ve sonuçlarıyla karşılaştıklarında, muhtemelen onlar için biraz da geç olacak.
Ancak, George W. Bush gibi “insanlık tarihini” “Hazreti Adem’le başlayan iyinin ve kötünün mücadelesi” olarak sunan Erdoğan’ın kongre konuşmasının son derece önemli bir paradoksu da var: Bir yandan bu kadar “kutuplaştırıcı” bir söylem kullanıp, diğer yandan ümmet gibi sözde “birleştirici” bir toplum projesi nasıl hayata geçecek? Buna da isterseniz “yeni” zamanların paradoksu diyelim. (MAK/HK)
* Prof. Dr. M. Asım Karaömerlioğlu, Boğaziçi Üniversitesi, Atatürk Enstitüsü
Kaynakça
Recep Tayyip Erdoğan'ın 27 Ağustos 2014'te AKP 1. Olağanüstü Büyük Kurultayı'nda yaptığı konuşmanın tam metni için tıklayınız.
Ahmet Davutoğlu'nun 27 Ağustos 2014'te AKP 1. Olağanüstü Büyük Kurultayı'nda yaptığı konuşmanın tam metni için tıklayınız.