Yavuz Ekinci'yi Batmanlı bir dostumun haberdar etmesi üzerine Meyaser'in Uçuşu'ndan başlayarak Sırtımdaki Ölüler, Bana İsmail Deyin, Tene Yazılan Ayetler ve en son Cennetin Kayıp Toprakları kitaplarını okuyarak tanıdım.
Daha ilk metinlerinden başlayarak "İyi bir edebiyatın ayak seslerini hissettiğimi" kendisine ve edebiyat okuru dostlarıma dillendirdim. Zaten iyi edebiyatın okurunun da farkında olduğu, budur. Edebiyat Ödülü sahibi olmak belirleyici olmayabilir ama daha işin başında iken kendisine layık görülen Haldun Taner, Yunus Nadi Öykü ödülleri gelecek vaat eden edebiyat için göstergeler.
Son Romanı Cennetin Kayıp Toprakları'nı* henüz okudum. Farklı bir okuma olduğunu hemen ifade edeyim. Kendi adıma, birebir tanıdığım şahsiyetlerin kitaplarını okuduğumda çoğu kez "taraf" olarak okuma yaptığımı ve daha içselleştirerek kitaplarını okuduğumu hemen vurgulamalıyım. Yavuz Ekinci okumalarımda da ilk kitabından beri bu böyle oldu. Ama buradan tanımadıklarımı es geçtiğim anlaşılmasın.
Ekinci'nin son kitabı, "Cennetin Kayıp Toprakları" romanını okurken daha ilk sayfalarda adeta bir çapak gibi gözüme batan (18 ve 19. Sayfalar. Ki 240. sayfada da aynı ifade kullanılmış) "Gece Adamları" ifadesini görünce eyvah dedim. Kürtçede cinler, periler anlatılırken kadın cinlere Pîrebok, Sibatok, erkek cinlere de Mêrê Şevê derler. Hatta kimileri cinlerin, perilerin adlarını telaffuz etmemek için "Bizden İyiler" kavramını da kullanırlar. Bu kavramın asıl olarak Kürtçede ifadesini bulan hâli "Ên ji me çêtir", yani ez cümle Türkçedeki karşılığı "İyi saatte olsunlar"dır. Daha ilk sayfalarda "Gece Adamı / adamları" kavramı ile karşılaşınca Yavuz'u aradım. "Keşke Kürtçesini yazsaydın, altına da açıklayıcı bir dipnot olarak Türkçesini koysaydın" dedim. Yavuz'un yanıtı, rahatsızlığımı doğruluyordu; önce öyle düşündüğünü, sonra vazgeçtiğini ifade etti. Oysa Kürt geleneklerini ve söylenceleri ile sözlü kültürünü bilmeyen sıradan Türk(çe) okurunun "Gece Adamı" kavramını okuduğunda soracağı soru basittir; "Gece Adamı" nedir, ne demektir? Gündüz adamı da var mıdır acaba, gibi...
Yine sayfa 216 ve 217'de Ekinci, "Damat Ağacı" diye bir kavram kullanmış.
Daha önce yine aynı coğrafyadan Batman Kozluklu yazar, Abdullah Kaya'nın İletişim Yayınları arasında 2002'de yayınlanan "Hêvriz Ağacı" kitabından okur hatırlamalı. Kürtlerde "Dara Zavatîyê" diye bir gelenek var. Gelinin baba evinden damat evine getirileceği gün Garzan bölgesi (Batman-Kozluk-Sason üçgeni) ormanlarında yetişen çama benzer iğne yapraklı Hêvriz Ağacı diye bir ağaç evin giriş kapısının üzerindeki dam'a (çatı) yerleştirilir. Ağacın dalları kuru yemişler, meyveler ve delikli halka şekerleri ile süslenir. Ağacın tepe dalına da kafası kesilmiş ama tüyü yolunmamış bir horoz bağlanır. Gelin kapıdan girinceye kadar düğün konukları o ağacın etrafında oyunlar oynar gowend (halay) çekerler. Gelin elindeki su dolu testiyi yere vurup kapıdan adımını yeni evine atınca düğün konukları ağaca saldırır. En çok yemiş toplayan takdir görür. Ağacın tepe dalında zor ulaşılan yerdeki başı kesilmiş horozu kapan ise en namlı düğün konuğu olur. (Bknz. Hêvriz Ağacı. A.Kaya. 2002 İletişim Yayınları).
Bu denli saldırıya uğrayan Dara Zavatîyê'nin halini artık siz düşünün. İşte o ağacın Kürtçe adını birebir Türkçeye çevirdiğinizde "Damat / Damatlık Ağacı" olarak çevirmek mümkün. Yine Kürt yaşam biçimini bilmeyen Türk(çe) okurunun "Damat Ağacı" kavramından anladığı acaba nedir, diye kendime sordum.
Okumamı bitirdiğimde diğer altını çizdiklerime baktım.
"Mirküt" (Kürtçe-Tokmak), "süvari çocuklar", "şahmeran", "steteskop", "taso", (at binen) "çocukların bacaklarının arasındaki atlar" gibi, kimi daha başka ifadelerin ve cümlelerin ya tam yerine oturmadığını ya da doğru kullanılmadığını veyahut metin içindeki kullanımlarının ziyadesiyle Kürtçeden çeviri koktuğunu, bu sebeple "sorunlu Türkçe cümleler" olmaları nedeniyle editoryal müdahaleye de ayrıca ihtiyaç hissettirdiğini düşündüm.
Kitabın okuması bittiğinde "Cennetin Kayıp Toprakları"nın roman kurgusu içinde anlatılan bütün hikâyenin Batman-Sason-Kozluk; özetle Garzan bölgesinde yaşanan, içinde Ermeni soykırımından tutun, Kürt İsyanlarına ve yakın güncel tarihin Kürt siyasal mücadelesine varan ve tümüyle Kürdi hayatın kolajı üzerinden yapılan Türkçe edebiyat olduğu gerçekliği ile bir kez daha karşılaştım. Bu edebiyatın asli öğesi, Kürtçe düşünen ve hikâyesi tümüyle Kürdi olan bir coğrafya sakinliği. Roman okunduğunda Kürt okur bunu zaten fark ediyor. Sorgulanması elzem olan, Türk okurun ne düşündüğü!
Yazıp yazmamakta tereddütlerim vardı. Ama Yavuz Ekinci gelecek vaat eden iyi bir edebiyatçı olduğu için, yol açıcı olacağına inandığımdan bu satırları yazmaya karar verdim.
Kürt geleneksel kültürü, adeta deryayı umman! Herhangi bir dengbeji (Kürtlerde sadece sesle musiki yapan söz ustaları) bir süre dinleyin ve sonra oturup o dinlediklerinizi edebiyatın sihirli diliyle Türkçeleştirip yazın, sıradan Türk(çe) okuru zaman tüneline girmişçesine gaipten gelen edebi sesleri duyar gibi çarpılabilir.
Yavuz Ekinci'nin romanından kasıt bu değil. Ekinci, elbette kendi kültüründen beslenmiş, kimilerine göre edebiyatçının görevi bu olmamalı dense de; otuz küsur yıldır süren Kürt siyasal mücadelesine romanında Kürdî taraf'tan perspektif oluşturmuş, ama ciddi hatalar da yapmış. Editörü de bu ayrıntıyı nedense fark etmemiş.
Tıpkı Zülfü Livaneli'nin Serenad romanında, romanın hikâyesinin ana kurgusunun geçtiği 2011 İstanbul'unda İstanbul polisinin artık "Beyaz Reno" kullanmadığını dikkatli okurun bildiğini, ama hem yazarın hem de Livaneli'nin editörünün İstanbul polisine 2011 yılında"Beyaz Reno" kullandırarak atladıklarını fark ettiğim ve edebiyat okurunun da fark edeceği gibi.
Demem o ki; Kürt Edebi Mutfağından beslenerek edebiyat yapılıyorsa (kendine ait cümlelerle edebiyat yapan Fransa'da yaşayan Adıyamanlı Şeyhmus Dağtekin'in "Varlığın Öteki Yüzü" kitabı bu beslenmenin edebi örneklerinden) bu mutfağın ruhu zedelenmeden bu zengin ve bakîr mutfaktan beslenmenin hakkı teslim edilerek edebiyat yapılmak durumunda. Ki bu ülke halkları; Türkler, Kürtler, Ermeniler ve sayamadıklarım cumhuriyet boyunca egemenlerce uygulanan Kürde ve diğer halklara dair ret ve inkârlara rağmen hala birlikte yaşıyorlarsa edebiyatın ve kültürün bu tanıma ve anlama ritüelinde önemli rol oynayacağına inananlardanım. Buna inandığım için de konuya dikkat çekiyorum.
Okur, Kürt gelenekleri ve yaşam biçimi ile ruhi şekillenmesinden kaynaklı motifleri Türkçe okuyacaksa, bunun Kürdi kaynağını çok iyi bilecek ki; ne türden zengin kültürle yüzyıllarca yaka yakaya, komşu olarak yaşamış ama fark etmemiş / edememiş hatta ettirilmemiş anlasın. İşte edebiyatçıya düşen kendi özgün edebiyatını yapar, yazar, kurarken bir yanıyla da edebiyatın diliyle bu farkındalığı hissettirmek olmalı. Yoksa egemenin diliyle daha çok boğuşuruz.
Hazır bin yıldır beraber yaşayan iki halk; Kürtlerle Türklerin siyasal müzakere süreci yürütülüyor ve hikâyeleri neredeyse yüzyıldır yok sayılarak Türkleştirilmeye üstün gayret gösteriliyorken; Kürt geleneksel ve sözlü organik kültürü için daha çok hassasiyet talep etmek en başta biz entelektüellerin görevi olmalı...
Son söz olarak şunu tekrar etmem gerekir ki; Yavuz Ekinci benim için gelecek vaat eden kıymetli bir edebiyatçıdır. Onun üzerinden, edebiyat dünyasında gelecekte olası tehlikelere tümüyle Kürt edebi ruhuna hassasiyetim nedeniyle 21 Şubat Dünya Ana Dili Günü'nde dikkat çekmek istedim, meramım budur.
* Yavuz Ekinci, Cennetin Kayıp Toprakları, Doğan Kitap, 1. Baskı, Eylül 2012 İstanbul.
Şeyhmus Diken, 21.Şubat.2013 Dîyarbekir