Abdullah Ataşçı okumaları bende merak uyandıran, “bu defa ne yazmış” diye izler yaratanlardan. Yeni romanı “Meryem’in Çiçekleri”ni* de bu huzur(suzluk)la okudum. Bazı kitapları hızla, bazılarını ağır ağır okurum. Meryem’in Çiçekleri ağır ağır okunanlardan. Biraz da bu sebeple huzurla huzursuzluğu tırnak içine alarak tek kelimede geçtim. Çünkü bu kitap hali vakti, tadı tuzu, huzuru kaçanların edebiyata yansıyan yüzü olarak okunması gereken bir roman.
Zor zamanlarda, geçtiğimiz acılı yüzyılın hemen başında, İstanbul’da hemen saray çeperinde başlayıp belalı başımıza dünyaların dar edildiği haritanın yırtılan yerine, oradan da güneye yürünen hayli uzun bir yol(culuk) ve insan hikâyesi.
Aslında bir değil, birden çok hikâyenin biribirleriyle ilmeklenen / kesişen ve bir de birbirine tutunan, tutundukça birbirinden güç alan sonra da derlenip toparlanan bir destansı virane çağ romanı olmuş Meryem’in Çiçekleri.
Bizim kurgu edebiyat okurları bazen bir yanlışa düşerek “tarihi roman” ifadesini kullanır. İşin aslı tarihten bir zaman dilimi içinde yaşanmış kimi gerçeklikleri kurgu becerisiyle işlemek. işte, bunu yapandır asıl, romanı okutan ve kalıcı kılıp geleceğe taşıyan.
Beni Meryem’in Çiçekleri’ne bunca bağlayan hatta fazla geciktirmeden bu yıl içinde ikinci kez okunmasının elzemliğine taşıyan içinde taşıdığı iki öğenin de olması.
Romanın baş aktörlerinden Cavidan ve Sinan’ın İstanbul’dan uzun bir yol katederek Diyarbekir’e ulaşmaları. Şefkatli bir İstanbul saray kadını gözünden yüz yıl evvelinin şehri! Ve idealist meslek tutkunu bir hukukçunun sarayın lütfuna mazhar olayım derken gözünün önünde, olan biten onca zulme bigane kalırken sonra vicdanıyla hesaplaşması ve şehre kini, öfkesi!
Bu iki hissiyatı taraf tutmadan ustaca işlemek kolay iş değil, altını çizeyim. Ataşçı bunu ziyadesiyle başarmış.
Yine Adis’in devasa bir kırımdan kurtulabildiklerine inanarak aile fertlerinden iki genç kadın Rêhan ve Gewrê’nin izini sürerken katliamın baş aktörlerinden Hüseyin ağa ile bir ağaç kovuğunda karşılaşma ve infaz sahnesi.
Devasa kırımın, katliamın faillerinin birbirleriyle olan ilişkileri, kirli yüzleri, iç infazları, hesaplaşmaları başka bir tablo gibi. Okuyanın ben bu filmografinin neresindeyim? Benim atalarım bu oyunun neresinde nasıl bir rol almış sorularını sorabilecek / sordurabilecek kudrette bir metin koymuş önümüze Abdullah Ataşçı.
Tanıl Bora’nın bu tür edebi metinler için kullandığı çok düzeyli bir ifade var; “oyuncaklı kitap”. Sahiden öyle. Kısa ve geçişli ama süregen metinler. Film sahneleri gibi bölümlere titizce çalışılmış. Sanki her bir Hikâye ayrı ayrı yazılmış. Sonra ustaca ilintilendirilmiş. Ve sonra parçalı adeta film fragmanlarının toparlanması misali yeniden birleştirilmiş.
Çok uzun yıllar evvel Siirt’te çalışırken bir bilge kişi demişti ki; Burda yerli halka yönelik muktedirin inandığı şudur: “Ez benî, ‘nizanim’ diyenin ez başını. Bildiğine ‘nizanim’ demeden”. 1915 Diyarbekir’inin valisi Dr. Reşid, romanda Refik’tir adı, Sinan’a “Buralarda insanlar az konuşur, diğer her şey çok” demesi tam da bu haleti ruhiyeye dalalet eder.
Romana “oyuncaklı bir kitap” yakıştırması yaptım ya! Boşuna değil elbette. Cavidan şehre en çok gül’ü yakıştırır her yanı gül kokuyor derken! Yazar cesurca, ustası Yaşar Kemal’e göz kırpıp selam yolluyor adeta “Bu Diyar Baştan Başa”nın Diyarbekir’ine.
Sinan ise kentin rengini merak ediyor, en çok hangi renk yakışır diye kendine sorarken “külrengi” diyor. Surları, sokakları, hanları, hamamları ile her yanı bazalt taş ve koyu gri külrengi. Belki de Sinan’ın ruhuna nüfuz etmiş katliamın kasvetli halinin rengidir kente yakıştırdığı…
Velhasılı kelam Abdullah Ataşçı’nın Meryem’in Çiçekleri’ni “insanın öz yurdundan kovulmasından daha büyük acı yokmuş meğer” üzerinden siz de okuyun diye ısrarla öneriyorum.
(ŞD/RT)
*abdullah ataşçı, meryem’in çiçekleri, everest yy. Aralık 2024 ist.
Not: Abdullah Ataşçı 15 Şubat’ta Mawa kitap-kafenin konuğu olarak Mardin’de olacak.
16 Şubatta da Mustafa Orman ile birlikte saat 14.00’te Diyarbakır Suriçi'nde DİTAV’ın konuğu olarak okurlarıyla buluşacak…