Dayika Aşitî Sakîne Ana jî çu…

Bir ana için en zoru şudur ki; kendisi yaşarken çocuklarını yaşatmak! Ah, bunu yaşadı! Hem de en katmerlisini! Beş çocuktan dört gün sonra mahpus daminin büyühanesinde ve dağda görülebilecek hem de.
Bizim buralarda bu tür durumlar için derler ki; “Vah mala minê, anan öle(ydi), oğlum…”. İşte Sakine Ana (Arat) o ölmeyen anaydı. Her daim başında lêçeği (beyaz tülbenti) ile barışmak isteyen annelerin içindeydi. O anneleri, sürekli ve sürekli olarak muhabbet edenler bilirler, çoğu Türkçeyi hemen hiç bilmez, bilenler de anlar ama pek rahat konuşamazlar. Sakine Ana, o anlamda farklıydı. Şeyh Said İsyanı sonrasında Kütahya sürgünlüğünde yabancı ellerde okulda okumuş ve Türkçeyi orada öğrenmişti. Türkçeyi vurgusuyla tane tane konuşurdu. Kürtçesi zaten öz anadiliydi. Çok saygın ve herkese “Ana” diye hitap eden değerli bir karakterdi.
Sadece zulmü, sürgünlüğü değil! Kürt olayı ve Kürt olmak neden yaşanan, yaşatılan bütün eza cefaların en somut simgesel aktörüydü Sakine Ana. Bunların yanında da zayıflığın, çaresizliğinin de acısını muhafaza etti.
Üzerinden neredeyse yirmi yıl geçti. İsyan sürgünleri kitabımın çatısını çatlamış yayınevine bağlı olmak üzere son rötuşlarını yapıyordum.
Satırların da kitabındaki eksik gedik bir şeyler hayatta kaldısa onları tamamlıyordum. Akşam saatleriydi. Evin bazı arızaları için piyasada alışmış olup olmadığını kontrol edebilmek için eve dönüyorum.
Tam sokağı sağlıyordum ki köşede Sakine Ana ile karşılaştım. Poşetler elimde sadece selam vermekle yetindim. Bir yandan da ezik kaldığım, geçmişten ve sanığı da sebebi de olmadığım ve benim eksiğimde olmadığım Sakine Ana'nın anlattığı klarından dolayı sorumlu hissetmiştim. Kitap için kendisiyle görüşürken anlatmıştı Sakine Ana, "Bir gün çocuklar bulgur pilavı yaptım. Yiyin dedim. Yemediler, gittiler. Komşum 'Ana ben bulgur pilavını severim. Ben yiyeyim' dedi.
Ve vuruşunu pilava. Sonra da 'Nasıl yesin çocuklar bunu. İçinde ne yağ var ne tuz. Samandır bu' dedi.
"Yoktur. Dedim. Evde yağ da yok tuz da! Kimden isteyeyim, dedim." İşte belki de beni yaralayan o ifadelerdi. Geçmişle yüzleşmek, hesaplaşmaydı!
Sakine Ana 90 yaşındaydı. Şeyh Said İsyanı sonrası mecburi iskan süreci uygulanırken Kütahya'da sürgünde doğmuştu. Hayatı boyunca acı, ıstırap yakasını bırakmamıştı.
Beş şiddetten dördü bir şekilde 1980 sonrasında Kürt coğrafyasında şiddetli şiddet ikliminin, savaşta kurban olmuşlardı. Dağda, hapiste ölmüşlerdi.
Ama Sakine Ana onca acıya rağmen hâlâ dimdik ayaktaydı. Adeta acıya meydan okuyan ve sürekli barışmak isteyen vakur bir tutulman abidesiydi sanki. Barış anasıydı. "Ben, çocuklarımız bu acıları çektik, başkaları çekmesin" diyordu.
Kitap için görüşmenin süreçlerinin uygulandığı belirtildi ki; "Bak yaşadım, ben sana yaşadıklarımı bir saatin içinde anlattım. Bir de bunları yaşadığım var." İşte belki de asıl hikâye orada düğümleniyordu. Yaşamış olanları yaşamak!

Bu ekonomilerin hikâyeleri ve hayatları yaşayanlarla o hayatlar üzerine politika bina edenler arasında bir türlü empati kurulamıyordu maalesef!
Aslında Sakine Ana ve onun gibiler bunun canlı tanıklarıydılar. Grupların sesine kulak verilseydi eğer belki de birçok sorun henüz onca acı, ölümler yaşanmadan daha kolay çözümlenebilecekti. Ama ne oyun! Kimin/kimlerin umurundaydı ki!
İsmin üzerinde harfler fazla olmalı! Diyarbakır'daki sümer parkında kayıtlı sergi salonunda beş nolu zindanı anlatan bir serginin açılış günü Sakine Ana ile birlikte dolaşmıştık sergiyi.
Ana'ya demiştim ki “Aslında bu sergi salonunun kapısına o içerideki ünlü sloganı kazımak gerekirdi: Türkçe Konuş Çok Konuş ”. Sakine Ana hemen şunu ekledi: “Sadece içeride değil dışarıda da Türkçe konuşmak zorunluydu. O yıllarda yaşı yetmişin üzerinde olan bir ana ile birlikte görüş sıramız için içeri alınmayı bekliyoruz. O anamız tek kelime Türkçe görebilir. Ona dedim ki; Sadece 'Oğlum Memet nasılsın?' de başka bir şey deme! Girdik, oğlu karşıdan gelir gelmez ananın ağzından 'Kurêmin Mehemed, tu çavayî' sözü çıktı. Oğlu da öbür taraftan 'Dayê başım, tu çawayî' yapmaz! Oğlunu sonraki taraftan (içeriden), anayı da bu ülkeden (dışarıdan) korkunç bir şekilde dövdüler. Kadın yere düşüp bayıldı. Oğlum Cemal (Arat) öbür taraftan 'Ana görüş bitti. O anayı al git' dedi. Aldım anayı birkaç kişiyle dışarı çıkardım. Bir yandan da kulağına Kürtçe fışkırtıyorum, sakın dışarı çıkana kadar konuşma, ağzından tek kelime çıkmasın. Dışarı çıktı ve o ana bir çığlık attı. Sanki dünya yıkıldı gibi.”
Asla unutmam, tanıkları vardır ve muhatapları kendilerini(ni) bilir. Sözümüz bizim cephenin politik karar vericileri nezdinde pek kabul görmese de; bir kez Sakine Ana'yı önermiştim. Diyarbekir vekili olarak Meclis'e gitse, o beyaz lêçeğiyle çıkan kürsüde konuşma ne muhteşem olur, demiştim de, bunca popülaritesi oldukça yüksek vekil namzetleri arasında kabul görmemişti.
Evet, Sakine Ana'yı kaybettik. İsyan Sürgünleri kitabımın baskısı tükenmişti. Yeni basım için eklemeler yapılırken şu cümleyi de koydum girizgaha: "Kitapta hikâyeleri ile yer alan onbir şahsiyetten onu öte yakaya göçtü. Ruhları şad olsun. Bir tek Sakine Ana yaşıyor. Onun da ömrüne bereket sağlık olsun…”
Mezarın başında konuşanlardan biri dedi ki; “Sakine Ana'nın güzel bir sözü vardı: 'Emrê dirêj bextê reş'. Söz konusu böyle olsa da uzun ömrünü mücadelesine vakfetti. Ruhu şad olsun.”
Şimdi onun da diğerleri gibi ruhu var. Güle güle ana, adınla mücadelenle yaşa onu. (ŞD/TY)