Savaş Türkiye’nin üzerinde bir kara bulut gibi geziniyor. Fiilen süren düşük yoğunluklu savaşın üzerine Türkiye bu aralar uluslararası bir savaşın parçası haline gelmek üzere. Hayatını kaybeden askerlerin cenazeleri üzerinden Türkiye’de ırkçı- milliyetçi bir iklim kendisini gösteriyor. Bu hezeyanın bir parçası olan tribünler savaş çığırtkanlığından geri durmuyor.
Her maçta taraftarlar milliyetçi sloganlar atıyor, tribünlerde akıl almaz pankartlar açılıyor. Son olarak Beşiktaş – Liverpool Şampiyonlar Ligi müsabakasında Musul ve Kerkük’ü Türkiye’ye katıp bu şehirlere plaka numaraları atayan bir pankart dikkat çekti.
Bir önceki hafta sonu Fenerbahçe tribünlerinde “Sahaya ineriz ananızı …” biçimindeki çirkin tezahürat, “Irak’a gireriz …” diye başlamıştı. Tribünlerin aklı selim sahibi olanlardan daha çok lümpen, milliyetçi güruhun egemenliğine girmesi sonucu stadlardan faşizan, savaş çığırtkanlığı yapan, insancıllıktan nasibini almamış çatlak seslerin yükselmesi şaşırtıcı değil. Bu futbolun doğasında var. Neden mi?
Futbol ve hedef ortaklığı
Futbolun bir endüstri – ekonomi olduğu hepimizin malumu. Bu satırların okuyucuları daha önce futbol – kapitalizm arasındaki ilişkinin ne anlama geldiğine dair görüşlerimize aşina. Futbol takımları, artık geçmişte olduğu gibi amatör ruhla renklere gönül verenlerin aidiyet belirteci olmaktan uzak birer fabrika.
Özellikle büyük takımlar, futbolu bir ekonomik faaliyet, kulübü dükkan, futbolcuyu pazarlanacak malzeme olarak görüyor. Elbette bu pazarlama sürecinin bir hedef kitlesi var: Her birine müşteri gözüyle bakılan taraftar. Taraftar (müşteri) ise tümüyle heterojen bir sosyolojik topluluğun adı. İçinde işçisi var, köylüsü, iş insanı, akademisyeni, gazetecisi, lümpeni, aydını, kadını, erkeği, solcusu, sağcısı… Futbolun sihri de burada işte: Adı sayılan tüm bu sosyal grupların ortak bir hedef doğrultusunda bir araya gelebildiği belki tek yer tribünler.
Taraftarı oldukları futbol takımından başka bir şey olduğunda hayatın hiçbir alanında bir araya gelemeyecek bu katmanlar, futbol karşılaşmalarında can ciğer kuzu sarması olurlar. Hepsi aynı dükkandan alınmış formaları giyiyorlar üzerlerine. Tek tip kıyafeti üzerine geçirip temelde aynı hislerle donandıkları tek yeri yine orası. Sırtına geçirdiği formaya ve tribünde oturduğu koltuğa ödediği para ise kulübün cebinde.
Düzenin oyunu
Futbol kapitalist döngünün bir parçasıdır. Tribün ise iflah olmaz bir makyavelisttir. Ne olursa olsun kazanmak üzerinden kurgulanan tribün kuralları gereği, gün gelir kirli bir savaşı aklama çabasına girilir, diğer gün sınır ötesi operasyonun gerekliliğine vurgu yapılır.
Taraftarlar ticari-ekonomik kaygılar doğrultusunda neredeyse çoğu yabancılardan oluşturulmuş bir takıma “Bu maçı şehitler için alın” şeklinde hep bir ağızdan bağırır, yönetimler şovenizmin motivasyonundan faydalanabilmek adına koca koca bayraklar yaptırır, tribünlerde Beşiktaş – Liverpool maçında olduğu gibi “81 Düzce, 82 Musul, 83 Kerkük” diye pankartlar açılır. Son zamanların moda deyişi ile "mesele takımın başarısıysa gerisi teferruattır."
Defaatle vurguladığımız gibi, tribün homojen bir yapı değildir. Kitleye hükmetme gücüne sahip ana taraftar grupları, kontrol dışında bulunan “öteki tribündeki” bireylerin açtığı pankartlar için pek bir şey yapamasa da vurgulanacak milliyetçiliğin dozunu ayarlama gücüne sahiptir. Heterojen bir oluşum olan tribünlerde sol siyasal - sosyal hassasiyetlerin de zaman zaman dile getirildiğine tanıklık etmişizdir.
Tribün solculuğu bir yere kadar
Beşiktaş taraftarı sosyal açıdan en “renkli” kitleyi oluşturur. İçerisinde “kırmızı çizgileri”ni koruyan şartlı bir muhaliflik olgusu barındıran Beşiktaş Çarşı grubu, kah nükleer santrale karşı pankartlar açar, kah ”Saddam affeder, Çarşı affetmez” diyerek ABD’nin Irak işgaline karşı çıkar, İsrail’in Gazze Şeridi’nde giriştiği operasyonlara var gücüyle itiraz eder ama gerekirse Türkiye’nin Irak topraklarında yapmayı planladığı sınır ötesi operasyona gönülden destek olur.
Tribün makyavelizminden kastım tam da budur. Tıpkı birkaç sezon önce ortada hiç bir şey yokken bir Diyarbakırspor maçında iki futbolcu faul yüzünden kavga ederken tribünlerin “Kahrolsun PKK” diye koro halinde bağırması örneğinde olduğu gibi.
Kapitalizm ile iç içe yaşayan futbol, siyasi değişken ve etmenleri kendi içerisinde bir mantığa dönüştürüp galibiyet aracı olarak kullanmayı becerenlerin oyunudur.
Mesajlar ve dengeler …
Böylece tribüne önderlik edenler, hem mesaj kaygılarını giderir, hem de kulüp yönetiminin devlet kademelerine vermek istediği mesajı yerine ulaştırmış olur. Günümüzde sıradan amigoluktan daha farklı şeyler ifade eden tribün liderleri, ancak tüm bu dengeleri tutturabildiğinde kendisini başarılı addeder, önceki taşkınlıklarını affettirir, yaygın medyada kendilerinin karşısında yer alan marifetleri kendilerinden menkul milliyetçi yazarları kendi safına çeker, önceki solcu vurgudan rahatsızlık duyan askerden de kocaman bir aferin alır.
Bazen solcu hassasiyetleri herkesin malumu olan tribün önderleri, asıl toplumsal aidiyetini görmezden gelmek pahasına tıpkı Hrant Dink’in katli sonrasında olduğu gibi bu hunharca suikastı görmezden gelebilir.
Tribünde siyasi görüşler eşit oranda paylaşılmış değildir. Bir yanda Musul ve Kerkük’ü Türkiye’nin illeriymiş gibi gösterenler, öte yanda PKK’ya karşı yoğunlaşan tepkinin tüm Kürtlere şamil edilmesi endişesini görerek “Hepimiz kardeşiz” pankartlarını açanlar…
Bunların tümü aynı karenin içerisinde yer alır. Tribün, ana grubun müsaade ettiği ölçüde farklı görüşleri yansıtma gayretindekilerin de olduğu karma karışık bir fotoğraftır.
Tribünü, kulüp aidiyetini ve tribün siyasetini anlamak için tek tek olguları gözden geçirmek gereklidir. Kapitalizmin futbol endüstrisi içerisindeki başat rolünü anlamadan milliyetçiliğin, ırkçılığın, savaş kışkırtıcılığının ve genç ölümlerin niçin kutsandığı anlaşılamaz. Bu konuyu önümüzdeki günlerde de tartışmaya devam edeceğiz. (MU/NZ)