Futbol yaşayan bir organizma. Diğer tüm spor dallarının aksine bu oyun; sadece bizzat profesyonel olarak işin içinde olanları etkilemekle kalmaz. Futbolla yatıp kalkanları da, bu oyunu alabildiğine ticarileştirip alınıp satılan bir metaya dönüştüren yönetici tayfasını da kendisinden ayıramayacağımız canlı yapısı olan bir olgudan söz ediyoruz. Mesela kimse meşhur Avustralyalı yüzücü Ian Thorp bir yarışta kazara 5. ya da 6. olsa kapısına gidip ona küfretmez, “bırak bu işi, istifa et” demez.
Futbol egemenlerin mesaj iletme alanıdır
Zaman zaman Süreyya Ayhan’a karşı yapıldığı gibi toplu linç girişimleri çabucak unutulur gider. Ancak peşinde hatırı sayılır taraftar kitlesini sürükleyen futbol adlı oyunun hisleri vardır, psikolojisi, sosyolojisi, ideolojisi vardır. Üzerinden siyaset yapılır, para kazanılır-kaybedilir. Futbol, egemenlerin mesaj iletme aracıdır. Kan üzerinden yürütülen öfke siyasetinin aracıdır futbol. Yeşil sahalarda kan kadar gözyaşı da vardır. Futbol bir aidiyet, kimliktir. Yukarıda sayılan tüm bu özelliklerinden dolayı futbol, üzerinde düşünülmesi, fikir üretilmesi gereken bir spor dalıdır.
Futbol taraftarının tenis izleyicisinden farkı…
Dünyanın bu en popüler sporu, kitlelerin acılarını, duygu yoğunluğunu, kimliğini yeşil sahada yansıtmasının aracıdır. Tavır koymanın, yoludur. Kapitalist üretim süreci içinde kulüpler tıpkı holdingler gibi yönetilmediği sürece başarı ancak tesadüfidir. Futbol kulüpleri, bu satırlarda defalarca tekrar edildiği gibi artık salt renklere gönül verenlerin lokali değil, alabildiğine profesyonel bir mecradır.
Taraftarın adanmışlığı ise sahadaki 11 kişinin aksine o amatör ruhun kendisini göstermesinden başka bir şey değildir. Mamafih, taraftar grupları içerisinde “tribün profesyonelleri”nin bulunduğu hepimizin malumudur. İşte tüm bu sebeplerden ötürü kitleler öfkelerini kulüp tesislerini basarak, hatta kitle psikolojisine uyup futbolcu dövecek denli saldırganlaşarak gösterirler. Futbol izleyicisinin sıradan tenis severlerden farkı, çoğu zaman çok daha agresif bir yapıya sahip olmasıdır.
Daha önce tartıştığımız ve bundan sonra da yeri geldikçe değineceğimiz bu konuyu değiştirip şimdi meseleyi “psikolojik sınır” üzerinden yorumlayalım.
Tesadüfi başarılar ve 8-0’lık gerçekler
Türkiye, bir çok başka konuda olduğu gibi futbolda da dünya standartlarının altında kalmış bir ülke. Bir dönem farklı motivasyonlar ile UEFA kupasını almış bir kulübü barındırsa da, ulusal takımı tesadüfen dünya üçüncüsü bile olsa dünya futbolunda üçüncü klasman grubuna dahildir. Görmek istemeyenlerin çoğunlukta olduğunu bile bile söylemek lazım:
Türkiye futbolda Azerbaycan, Gürcistan gibi ülkelerden hallice, Senegal, Kamerun, Nijerya gibi Afrika ülkelerinin ise fersah fersah gerisindedir. Bu gerçeği kabul etmek istemeyen Türkiye toplumunda tam da bu nedenle futbolun psikolojik sınırları vardır, aşağılık kompleksleri, savunma mekanizmaları…
Kendi evinde veya deplasmanda ünlü bir yabancı kulübü yenen takımlar, daha o maç biter bitmez ikinci maçta aynı başarıyı gösterememe olasılığının girdabında kaybolup gider. Medya kırk yılın başında alınmış böyle bir galibiyeti kutsayıp menkıbeler düzerken, bir sonraki karşılaşmanın sonucunu önceden kestirmek zor değildir. Böyle “büyük” galibiyetlerin ardından 6-0 bile kabul edilebilir bir skor iken, 8-0 adeta intihardır.
Beşiktaş’ı bir “konsorsiyum” yönetmeli
Türkiye’de hemen bütün takımların aldığı farklı mağlubiyetler vardır. Ancak 8-0, Beşiktaş’ın verili kadrosu ve yeteneksiz yöneticileri ile düşeceği en kötü noktaya gerilediğinin göstergesidir. Gerçekçi olmak gerekirse 6-0’lık psikolojik sınırın aşılması bir kulüp için, o kulübün yöneticileri, futbolcuları ve çalışanları için son noktadır.
Beşiktaş’ın Şampiyonlar Ligi karşılaşmasında iki hafta önce İnönü’de 2-1 yendiği Liverpool’a İngiltere’de 8-0 yenilmesi işte bu sınırın aşıldığı andır. Tehlikelidir. Psikolojik sınırın ötesi, öfkenin tavan yapmasına sebep olabileceği gibi, büyük düş kırıklığı yaşayan fanatikleri “toplum içine çıkma” konusunda da tereddüde düşürür.
Mesela birçok kişilik özelliği arasında Beşiktaşlılığı ile sivrilen taraftar işte bu düş kırıklığı içerisinde, ezeli rakiplerinin taraftarı olan arkadaşları tarafından dalgaya alınmaktan acayip çekinir. Bu da saldırganlığın, protestoların başlamasına sebep olacaktır. Velhasılı kelam, kulüp sevgisi herhangi bir maçta alınacak farklı mağlubiyet ile tükenmese bile, 8-0’lık yenilginin sorumlularının yerlerinde kalması artık mümkün değildir.
Beşiktaş yönetimi tam da bu sebeple Pazartesi gününü beklemeden, hatta arkasına bile bakmadan hemen o makamları terk etmeli, yerini Beşiktaş için çabalayacak bir konsorsiyuma devretmelidir. (BD/NZ)