Eric Hobsbawm'ın deyişiyle "kısa süren bir aşırılıklar çağı olan" ve çok sayıda tarihsel dönüşüme sahne olan yirminci yüzyılın gördüğü en güzel insanlardan, 9 Mayıs 1976'da, hepimizin çok iyi tanıdığı nefretle hapishanedeki tecrit hücresinde katledilen Ulrike Meinhof'un, hapishanede ziyaretine gelen çocuklarına "üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim" dediği söylenir.
Biz, onu öldüren katilleri, ölüm emrini veren siyasi otoriteleri, hakkında her türlü yalanı tedavüle sokan gazetecileri çirkinleştiren nefret kadar, kırk iki yaşında hayatını kaybeden Ulrike'yi dünyalar güzeli yapan öfkeyi de tanırız.
Tarih boyunca, egemenlerle ve özgürlükçülerin karşı karşıya geldiği her an, nefretle öfkenin, çirkinlikle güzelliğin karşı karşıya geldiği anlardır.
Egemenler nefretlerini ve çirkinliklerini, sahip oldukları en etkili silahlardan olan gazetelerle, televizyonlarla, yalanın her türlüsünü alçakça kullanarak hayatımızın her alanına sokmaya çalışırlar. Bunu beceremedikleri zamanlarda da, bir başka güzeller güzelinin, Rakel Dink'in dediği gibi, "bir bebekten katil yaratırlar."
Bu yalan makinelerinin nefret dolu kelimelerini okumaktan, televizyonlardaki o sırıtık, mahalle kabadayısının korumasında olmanın verdiği utanmaz kendine güvenle dolu suratlarıyla karşılaşmaktan, alaycı seslerini duymaktan çoğu zaman uzak dururuz.
Lakin bunların yalan ve nefretleri kimi zaman öyle alçakça haller alır ki, en çoğundan ağaç katliamı olabilecek gazete köşelerinde yayınladıkları kimi yazılar, bütün bu çirkinlik ve nefrete karşı öfkemizi bilemeye yarasın diye önümüze kadar geliverir.
Yalanın bu kadar utanmazcasına, nefretin bu kadar alçakçasına denk geldiğimizde, cevabını hiçbir zaman bulamadığımız, bulamayacağımız bir soruyla bir kere daha karşılaşırız: "Bir insan nasıl bu kadar alçalabilir?"
1998'de, 97 yaşında ölen Mehmet Bozışık, 1901 yılında Güzel Şerife ile Kara Hüseyin'in oğlu olarak Kavala'da doğan bir tütün işçisi ve komünistti. Otuz yaşında veremden ölen anası Güzel Şerife kül mavisi gözlerine bakarak Mehmet'i "Bozum" diyerek sevdiği için, Mehmet Bozışık kendisine Boz Mehmet denilmesinden hoşlanırdı.
1918'de komünist düşüncelerle tanıştı ve ömrünün geri kalan seksen yılını bir komünist olarak yaşadı.
Ölümünden yıllar sonra, kapitalizmin yalan makinesinin en arsız dişlilerinden biri olan Engin Ardıç, Boz Mehmet için "fabrikatör" dedi, "işçilerine para vermezdi, devrimden sonra alırsınız derdi" dedi.
İnsan bir kere utanmamayı öğrenirse ve kustuğu nefret patronları tarafından maaşa bağlanırsa, yalancının mumu yanmaya devam edebiliyor.
Engin Ardıç, 28 Şubat 2011'de bir kere daha karşımıza çıktı. Kendisinin tilmizi sayılabilecek Emre Aköz'ün, Üniversite-Sanayi İşbirliği Topluğu'nun (başka hangi üniversite topluluğu olabilirdi ki?) davetlisi olarak konuşma yapmak üzere gittiği 9 Eylül Üniversitesi'nde kendisine yönelik yumurtalı protesto girişimi üzerine yazdığı yazıda eylemcileri, "cırtlak sesli" "Bacı adlı çizgi romandan fırlamış birkaç kara kuru kız" olarak tanımlaması üzerine, kin ve nefret kusmakta tilmizinden geri kalmayacağını göstermek isteyen Engin Ardıç, 28 Şubat 2011 tarihli Sabah Gazetesi'nde "Bacı" başlıklı bir yazıyı yayınlayıvermiş.
Emre Aköz'ün, fırlattıkları yumurtaları isabet ettiremeyen bu öfkeli kadınlara (satır arasında peşinen söylemeliyiz ki niyetimiz kanunun suç kabul ettiği bir eylemi övmek suçunu işlemek değildir. Meğer ki Yargıtay 4. Ceza Dairesi "protesto etmek amacıyla birine yumurta atmak cebirdir" şeklinde bir karar vermiş) tepkisi anlaşılabilir bir tepkidir.
Öyle değil mi ya, o koskoca erkekliğinin, birkaç "kara kuru kız"ın fırlattığı sası kokulu yumurtalarla ayaklar altında sürünebilecek olması, erkekliğinden başka tutunacak dalı olmayan hangi "aydın"ın (Emre Aköz kendisini 'demokrat aydın' olarak nitelendirmektedir) kendisini, korkunun beklediği dağlarda hissetmesine neden olmaz ki?
Herkes çok iyi bilir ki, erkekleri en çok korkutan şey, erkekliklerinin ayaklar altına düşmesidir. Davet sahiplerinin şemsiyeleriyle, polislerle, özel güvenlik elemanlarıyla, arka kapılarla korumaya çalıştıkları, her ay üç kadının katili olan erkeklikleridir.
"Kara kuru kızlar"ın fırlattığı yumurtalar erkekliklerini ıskaladığında, ancak kendilerinin aynadaki kendi suratları için söyleyebilecekleri "vakur" tavırlarıyla, "ergenekoncu", "faşist", "provokatör" küfürlerini savururlar. Emre Aköz'ün erkekliği ağır bir saldırıya uğramıştır, kızgınlığı anlaşılabilir!
İşte tam da bu noktada, küfrü, nefreti, kini kişisellikten çıkarıp politikleştirecek bir dost yardımı devreye girer. Engin Ardıç'ın "Bacı" başlıklı yazısı, bir ustanın tilmizine verdiği referans mektubudur ve elbette ki ustanın nefreti, tilmizinkini gölgede bırakmalıdır.
Engin Ardıç'a tilmizini hayran bırakacak bu "kalemşörlüğü" bahşeden ise, "kara kuru kızlar"ın yumurtalarının hedefinin sadece Emre Aköz'ün vahşi kapitalizm çığırtkanlığı değil, erkek dili olmasıdır ve bu hedef de en az ilki kadar politik olduğundan, Engin Ardıç imdada yetişir. Erkekliğin en hoyrat, en utanmaz, en vahşi silahını, cinsel tacizi devreye sokuverir. Aynı şehirde yaşadığı dostuna verdiği sözü yirmi yıldır tutmamasını, zerrece hicap duymadan söyleyen birinin, kadınlara duyduğu nefreti, sözlüğün en rezil kelimeleriyle kusması şaşırtıcı olabilir mi?
Engin Ardıç'ın yazısının sonunda Emre Aköz'e "keşke o kızı tutup şap diye öpseydin" demesi, bütün diğer örneklerinde olduğu gibi, sadece bir cinsel tacizciyi ele vermez; bunların "sevdiklerini" bile öperken "tuttuğunu", "şap diye öptüğünü", her kadının, o besili ve çirkin suratlarındaki yılışık dudaklarına tahammül etmesi gerektiğine yönelik nefret dolu bir inancı da ele verir. Bir kere de başlayınca, Akrep Nalan'ın cinsel yaşamını diline pelesenk eder, yalanlar uydurur, yüzlerini görmediği öfkeli kadınları ırkçılığını saklayamadan, "kısa boylu" diyerek aşağılamaya çalışır, 12 Eylül öncesi Tercüman Gazetesi'nin kinini bugüne taşır ve "devrim nikahı" yalanını yeniden tedavüle sokmaya çalışır, araya sınıfsal nefretini de sıkıştırıverir.
Basın meslek kuruluşlarının ya da Sabah Gazetesi yöneticilerinin bu iki nefret suçlusu hakkında bir işlem yapmayacağını biliyoruz; ama daha ilk günden yapmaya başladıkları gibi, basın emekçilerinin onurlu tepkilerini görmek içimizi soğutuyor.
Bizim güzel gördüğümüze, Engin Ardıç'la Emre Aköz tabii ki "çirkin" diyecekler; çünkü onlar nefretin askerleri, biz öfkenin yoldaşlarıyız. (SÜ/EÖ)