7 Ağustos Çarşamba günü, Üsküdar Şakirin Camii’nin avlusunda, çoğunu hiç tanımadığım; ama üzüntüleri yüzlerinden okunan büyük bir kalabalığın içinde, otuz beş, kırk yıl öncesinden gelmiş, futboldan pek anlamayan, hatta çok da sevmeyen üç-beş kişiydik. Musalla taşının üzerinde, “Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi”ni hiç aklından çıkarmamış, bir gün attığı penaltının kale çizgisini geçip duracağını hayal eden Selçuk vardı. Tabutun yanında, Selçuk’u tanımamıza vesile olan, O’na hem çok benzeyen hem de hiç benzemeyen kardeşi Semih duruyordu. Bilenler bilir, Semih acılarını kolay ifade edebilen biri değildir; ama saklamayı da hiç beceremez. Tabutun başında, sarılmadan, daha göz göze geldiğimizde, yirmi bir yıl süren aranın hiçbir şey değiştirmediğini gördük.
Sonra biraz kenara çekildik o üç-beş kişi; sevdiği birini toprağa bırakmak üzere olan herkeste olduğu gibi, gözyaşları kadar, gülüşmeler de vardı. Selçuk’un en sevdiği yabancı sanatçının Romalı Perihan olduğunu; şimdi başlığını hatırlamadığım, başarılı genç profesyonellerin konuştuğu bir panelde, Fenerbahçe’ye katılmasının ardından yaşadıklarını anlatırken, “… sudan çıkmış şeye …, ya neydi o hayvanın adı?” diye sorup, o zamanın genç, şimdinin usta iki edebiyatçısına “balık” dedirtip güldüğünü, ama içtenliğiyle onları da güldürdüğünü; “top geçer adam geçmez” şiarıyla savunma yapan İtalyan futbolcu bilmem kaçıncı kez kendini düşürdüğünde, kalkıp anlamını bilmeden “La chante mi cantare be kardeşim!” diyerek adamı gülme krizine soktuğunu hatırlayıp gülmemek mümkün mü? Cihan mezarın başında, numara kaydetmeye telefonunu açıp Selçuk adını gördüğünde; sarılırken annesi ellerimizi okşadığında; Yasemin, Gezi Direnişi sırasında bir ara umutsuzlanıp canı sıkıldığı sırada Selçuk’un telefon edip, “Kız, topladım milleti, köprüden yürüyüp geliyoruz” dediğini anlattığında, ağlamamak mümkün mü?
Büyük stadyumlarda oynayanların da bizler gibi kavga ettiğini, bugünkü kadar otomobil geçmeyen sokaklarımızda yaptığımız minyatür kale maçlarımızdaki gibi tesadüfen sakatlandıklarını zannederdik. Maçların ardından bacaklarındaki yaraları gördüğümüzde öğrendik Selçuk’tan: “Düşer ya da topa müdahale etmek için yatarsınız. Rakibiniz kimi zaman üzerinizden atlayıp geçmez, basar ve bacağınızın üzerinde kramponlarını çevirir.” Belki, her gün ayak parmaklarının arasına pamuklar yerleştirmek, merhemler sürmek zorunda olan Gülendam, Cihan, Yasemin, Pıtır hepimizden daha iyi anlıyordu Selçuk’u. “Tekmeler sadece kaval kemiklerinize değil, belinize de gelir” ve kırklı, ellili yaşlarında eski futbolcular, tıpkı Selçuk gibi uğramak zorunda kalır fizik tedavi merkezlerine. Şöyle kaba bir hesapla, en heyecanlı seyircilerin kalpleri, hop oturup hop kalkarken doksan dakika boyunca, iki bin, üç bin litre kan pompalar, çünkü bedenin oksijen ihtiyacı artar. Ama futbolcuların, gündelik yaşamlarında ellilere, hatta kırklara kadar düşen, ama gazetelerin destan yazmalarını beklediği o büyük maçlarda zaman zaman yüz seksen, yüz doksana kadar çıkan atışlarıyla kalplerinin ne kadar kan pompaladığını hesaplayıp söyledi diye kardiyologlar, biz Selçuk’un ani ölümüne şaşakalmayacak mıydık?
Bugün Eski Yunancada yaklaşık 185 metreye denk bir uzunluk ölçüsü olan “stadion”dan gelen stadyum adının, yavaş yavaş Latincede “kumla kaplı dövüş alanı” anlamındaki “harena”dan gelen arenaya dönüşmesinin tesadüf olmadığını biliyoruz; ama profesyonel futbolcular Roma arenalarının gladyatörlerinden çok, Afganistan yaylalarında Buşkazi’ye çıkan çapandozları andırıyorlar. Gladyatörler köleydi; futbolcularla çapandozlar değil. Çapandoz ölmekten korkuyorsa baştan at binmez, binerse ölümü göze alır ve sonunda “zafer” varsa, itibarla ödül buşkazi takımının sahibinindir. Futbolcu, bütün emekçiler gibi, çalışmayı reddedip işsiz kalmakta, yoksullaşmakta, itibarsızlaştırılmaya direnmekte özgürdür. Lisansları, borsada değer kazanıp kaybeden “spor şirketleri”nin kasalarında rehin durur, aktif spor yaşamını bıraktıktan sonra en iyi bildiği işten (birinin en iyi bildiği iş onu her zaman bilenlerin en iyisi yapmaz) hayatını kazanırken takım tutmak ona çok görülür. Benim hiç sevmediğim Fenerbahçe’ye tutkun diye, karısının, kızının, annesinin, kardeşlerinin acısına zerre kadar saygı duyulmadan, daha toprağa koyulmadan, sahte isimlerle sosyal medyada ardından küfürler savurulur. Ne yani, illa sizin sevdiklerinizi mi seveceğiz?
Ünlü olmuş kişilerin yaşam hikâyelerinde çoğu zaman eksik kalan ayrıntılar vardır. Çekip gidenin ününden, medyatik imgesinden, artık her ne ise, bu ayrıntılardan söz etmek gereksizmiş gibi gelir. “Ölenden hüküm kalkar” anlayışıyla, tatsız anılardan çok konuşulmaz. Bu tatsız anılar, insana dair, bildik, tanıdık anılarsa konuşulsun; ama ölümünün ardından, kimi mecralarda atılan, neredeyse sevinç çığlıklarını gördüğümde, futbolun sadece futbol olmadığını çoktan öğrenmiş biri olarak, hayatın da sadece futbol olmadığını söylemek istemem, anlayışla karşılanır umarım.
Camii avlusundaki o üç-beş kişi, imam hakkımızı helâl etmemizi istediğinde edemedik; çünkü helâl edecek bir hakkımız olduğunu düşünmüyorduk, onun bizde hakkı vardı ve üzerimizdeki haklarıyla hiçbir zaman minnet duygusu yaratmadı. Bir gece, Semih’le beraber şiddetlerine tepki gösterdik diye polis tarafından alındığımızda, Yula soyadının faydasını görmüştük gerçi, ama biz sadece arkadaştık; her ne kadar arkadaşlık hukukunun kimi gereklerini yerine getirememiş biri olsam da, araya yıllar girmiş olsa da, O, musalla taşının üzerinde, küçük ve insani hataların, aptalca gururun, hayat gailelerinin unutturmaya yeltendiği arkadaşlığın orada sapasağlam durduğunu gösterdi bize. Kalmayanın ne olduğunu ise Erkan Goloğlu 8 Ağustos’ta Radikal’deki yazısında söylemiş: “Anıttepe’nin şen çocuklarındandı. Şekerspor’a imzayı attığında mahallede hepimiz Milli takım formasını giymiş gibi olmuştuk. O sonra o formayı da defalarca giydi. Ne kadar yükseğe çıkarsa çıksın, hep mahallenin Selçuk’u oldu. Şimdi Anıttepe’de ve gönlümüzde bayraklar yarıya indi, gençliğimiz onun gidişiyle param parça. Galiba öyle de kalacak.”
Ardından nefret kusanlara, biraz umutsuzca da olsa, Selçuk’un yaşam hikâyesindeki küçük bir ayrıntıdan bahsetmek isterim. 12 Eylül karabasanında nice insanın dara düştüğünü çok kişi hatırlamıyor bugün, nice insanın da dara düşenlere vebalı muamelesi yaptığını. Şimdi söylemenin zamanıdır; Şakirin Camii’nin avlusundaki o üç-beş kişi, Selçuk’un, Türkiye’nin en parlak, en tanınan sporcularından biri olduğu o günlerde nerede ve nasıl durduğunu bilenlerdendir. Gün gelip, harc-ı âlem tasalarla ilişkilerimiz kopup gittiğimizde, içimizde minnet duygusu bırakmamasının ne demek olduğunu ise, ardından küfredenlerin anlayacağını sanmıyorum; ama yine de bir umut, geçerken söyleyeyim de tarihin kenarında bir şerh olsun dedim.
İnsana dair, bildik, tanıdık tatsız anılar da konuşulur, biz bazen pişmanlıkla, bazen harı çoktan gitmiş bir kızgınlıkla, bazen çok güzel bir anıya sıçrayıp unutarak; ama kendi aramızda konuşuyoruz, konuşmaya da devam edeceğiz. Selçuk’u hep sevgiyle anacağız, hiçbir zaman unutmayacağız. Dükkanlarda sigara, yağ, kahve kalmamış, sonra yıllar boyunca itibar sahibi adamlar olup gerinerek insan içine çıkabilen alçaklar sürüsü Maraş’ı kana bulamış, Süleyman Demirel beşinci defa başbakan olmuş, Kenan Evren Fahri Korutürk’e “adresi meçhul mektup”unu gönderip felaket günlerinin haberini vermiş, yakıt yokluğundan evde oturmakla sokakta dolaşmak arasında fark kalmamış; ama bizler umutlarımızı kaybetmemiş, aşık olmaktan vazgeçmemiş halde, 1979-1980 kışının Ankara sokaklarında, her birimizin hayalinde kendi çizdiğimiz “Sara” sureti, şarkıyı dilimize dolamıştık. Bob Dylan’ın bu şarkısını bir kere de siz dinleyin Selçuk için. Güle güle Selçuk… (SÜ/HK)