Avrupanın en ucuz en güvenli başkenti
Avrupanın öbür ucundaki mahalle komşumuz Portekiz. Solcu olmanın anlamını sorgulayan Ana Margarida Nascimento, sadece Lizbonun turistik mahallelerine bakıp Portekiz hakkında yargıda bulunmamam için uyarmıştı beni oysa; ama Lizbon bir turist için yeterince bilgi sunuyor. En azından, Avrupa Birliği ile Türkiye arasında başlaması muhtemel olan tam üyelik müzakereleri tam üyelikle sonuçlanırsa nasıl bir başkentte yaşayacağımız hakkında hayallerimize epeyce katkı sağlıyor. İstatistiksel verileri o kadar da kutsallaştırmadan bir benzetme yapmama izin verilirse, Ankara kadar bir şehir Lizbon. 14 gün boyunca dolaştığım sokaklarında görebildiğim polis arabalarının sayısı 3-5 kadardı, polislerse ancak onlarla sayılabilirdi. Ankaraya dönüşümün ertesi günü şehrin meydanı sayılacak Kızılayda yüzlerce polis görevliydi. Buna rağmen Lizbonda yaşayan Avrupalılar buranın Avrupanın en güvenli başkenti olduğunu söylüyorlar. Üstelik diğer başkentlere göre ucuz da. İnternet servisi sağlayan dükkanlarda 15 dakikalık bağlantı 75 cent. Avrupa Birliği üyesi olmayı kabul etmeyen Norveçte 3 Euro kadar olduğunu söylediler. Bir İtalyanın onayını duymamış olsam da, en azından Fransızlar en güzel espressonun Portekizde yapıldığını söylüyorlar, Parisin en azından yarı fiyatına.
Asgari ücret 350 Euro
Çaptan düşmüş imparatorluğun başkenti, sömürgelerden gelmiş, kimini tanımak şansına sahip olduğum Afrikalı ve Güney Amerikalı insanlarla renklenmiş. Turistlerin pek rağbet etmediği B. Eleze adındaki diskotekte Yeşil Burun Adalarından göçüp Lizbona yerleşmiş insanların coşturucu müziğini dinleyebilmek, 15 yıl tahmin edilen bir sürecin sonu için güzel bir hayal değil mi? Üstelik bu diskoteğin bulunduğu bina Marquez da Pompalin eviymiş. Kendi adını taşıyan meydanda, sanki sahibi ve terbiyecisi gibi yelelerine dokunduğu bir aslanla birlikte heykeli dikilen Marquez da Pompal 1755deki büyük depremden sonra Lizbonun şehir planını yapan mimar. İşte aylık 350 Euro asgari ücretle çalışan Lizbonlu işçiler, eğer gece evlerine dönebilmek için zahmeti ve masrafı göze alabilirlerse Marquez da Pompalin tasarladığı bu eski şehirde eğleniyorlar. Bir bardak siyah biranın 4 Euroya satıldığı barların iki sokak ötesinde 1 Euroya bira var.
İngilizcede son yıllarda tedavüle girmiş bir kelime, downshifting, anladığım kadarıyla iyi para kazanılan ağır işleri bırakıp, daha az para ve daha çok özel hayatı tercih etme durumunu anlatıyor. Avrupa Birliği için ciddi bir sorun olacağa benziyor bu durum, çünkü Uçan Hollandalı KLMin yolcularına hediye ettiği dergiye göre Avrupa ekonomisinde önemli kayıplara yol açacağı öngörülüyor. Bu insanlar, yani İngilizcesiyle downshifterlar için, hatta bu tercihi yapmak için ağır iş koşullarını denemeye bile gerek görmeyenler için Lizbon uygun şehirlerden biri. Çünkü bir downshifterın bu yolculuğa çıkmadan önce ihtiyacı olan bir şey var; standart demokrasi.
Karanfil Devrimi ve 12 Eylül
Bir turist iki haftada insanları ne kadar anlayabilir? Bakabildiği ve sorabildiği kadar tabii ki. Buna ilave bilgi sağlamak için okumaya çalıştığım Ricardo Reisin Öldüğü Yıl adlı romanın Nobel ödüllü yazarı Jose Saramagoyu değil, onun anlattığı Ricardo Reisi, yani Fernando Pessoayı okumamı öğütledi tanıdığım Portekizliler. Bilge Diktatör Salazarın iktidarını destekleyen ve sonradan pişman olanlardan biri Pessoa ve Portekizin vicdanı sanki. Bunu hissetmek için okumaya da gerek yok. Portekizliler, en azından Lizbonlular, Salazarın ruhunu sokaklarından kovalamışlar. Onun için, yola çıkmadan önce Karanfil Devrimine komik derken ne kadar küstahça davranmış olduğumu anlamak hiç de zor olmadı. Önümüzdeki yıl 12 Eylül Darbesinin yirmi beşinci sene-i devriyesini kutlayacağımız, eleştireceğimiz ve bunu yaparken medyasının, malulen emekli darbeciyi gazete köşelerine, televizyon ekranlarına konuk edeceğini bildiğimiz bir ülkenin 15 yıl sonrasına dair hayal kurarken, Salazarı hâlâ Bilge Diktatör olarak görenlerin hiç değilse sustuğu bir şehrin sokaklarında yürüyor olmak güzel değil mi?
Yazılarını zaman zaman okuduğum, önümüzdeki yıl malulen emekli darbeci televizyon kanallarından birinde konuşurken aynı utancı ve öfkeyi paylaşacağımıza emin olduğum Ragıp Duran, iki nedenle, Lizbonda kendini evinde hissettiğini söylüyor. Bunlardan biri, Üsküdarlı, yani İstanbullu Kalust Sarkis Gülbenkyanın adını taşıyan bir vakıf tarafından davet edilmiş olmasıymış. Ragıp Duran 26 Ekim 2004 tarihinde, Sosyal Bilimleri Açın başlıklı, üstad Wallersteinın yönettiği etkileyici bir projeyi de desteklemiş olan Gülbenkyan Vakfının düzenlediği Avrupanın Yeni Sınırları başlıklı seminerde konuşmasını yaparken ya da Vakfın başkanı Emilio Rui Vilar veya Portekiz Cumhurbaşkanı Jorge Sampaionun konuşmasını dinlerken, belki de ben, 3 Euro ödemiş, Vakıf binasının yanıbaşındaki Gülbenkyan Müzesini geziyordum. Yıllardan beri Nijeryadaki insanları kiralık katiller marifetiyle katleden kapitalizmin en mücrim şirketlerinden Shellin kurucu ortağı olan müteveffa Gülbenkyanın, nam-ı diğer Bay Yüzde Beşin, Çinden İrana, Mısırdan Türkiyeye kadar koskoca bir coğrafyadan yağmaladığı bin parçadan ziyade antik ve antika eserin sergilendiği birkaç salon. Gülbenkyan Müzesinin Yağlamanmış Mezopotamya Bölümünde insanın aklına ister istemez Iraklı bebeler geliyor. Afiyet olsun Avrupa Birliği!
Özgürlüğün sınırları Ümit Burnuna uzanacak
Ragıp Duran, 1 Kasım 2004 tarihinde bia.netde yayınlanan bu konuşmasını Birlikte, hep birlikte yeni bir ev inşa edeceğiz diye bitirmiş. Elbette ki dünyadan bahsettiğini umuyoruz; ama Ragıp Duran Türkiyenin Avrupa Birliğine üye olmasıyla bu birliğin Ortadoğuda, Balkanlarda, Kafkasyada hatta Orta Asyada daha etkili, daha olumlu bir güç haline geleceğini söylüyor. Ben kendi adıma Almanyada dışişleri bakanlığı vazifesini ifa eden çağdaş Kautsky Fischerın yahut şehirlerine biraz daha göçmen gelecek olsa bir kısmının hiç hicap duymadan destekleyecekleri aşikar olan Le Penin saldığı korkuyla sabahın köründe sandık başına solcuların oylarıyla Beşinci Cumhuriyetin başına gelen namlı gerici Chiracın, içindeki iki yüzlülüğü suratının her kıvrımına taşımış olan Blairin, Iraklı, Çeçenistanlı, Filistinli çocukların geleceğine ne menem bir olumlu hissiyatla baktıklarını kavrayabilmiş değilim. Ama, eğer ülke isimlerini telaffuz ettiğimizde aklımıza ilk gelen şeyler devlet ve egemenlerse Ragıp Duranın bu yorumunu bağladığı cümleye hiçbir itirazım yok;
Bu birliktelikten hem A.B. hem de Türkiye kazançlı çıkacak. Bu birliktelikten, yani sermaye elini kolunu sallaya sallaya Türkiye üzerinden Orta Doğu ve Orta Asyaya yeni fetih yolculuklarına çıkarken emeği evlerine kilitleyeceği bu birlikten sonra, Afrikadaki çocukların kursaklarından bir lokma daha alınacak. Bundan 15 yıl sonra Türkiyeli işçiler Portekizli yoldaşları gibi 350 Euro asgari ücrete ulaştıklarında, Brükseldeki, Cenevredeki, New Yorktaki ve kapitalizmin diğer namlı şehirlerindeki ulusüstü memurlar, yoksulluk anlatılarındaki günde 1 doların altında tanımını, günde 10 sentin altında tanımına çevirecekler. Bizler de, petrol zengini yağmacıların vakfettiği paraları yöneten profesyoneller ve devlet başkanlarıyla aynı salonlarda, En önemli mesele, ötekini öğrenmek, tanımak istemek ve öğrenmek, tanımak. Avrupanın Yeni Sınırlarına bu nedenle kültürel, entelektüel hatta manevi sınırlar olarak bakmakta yarar var. diye konuşmalar yapacağız, kültürel, entelektüel hatta manevi tahayüllerimizden, Gülbenkyan Vakfının tuvaletlerini temizlemek, yani açlıktan ve tedavi edilebilir hastalıklardan ölmemek için Angoladan, Mozambikten gelen insanlara zırnık koklatmayacağız. Ama 14 günlük Lizbon seyahatinin içime su serpen tarafları da oldu tabii ki. Ragıp Duranın da meydanlarında yürüdüğü Baixanın arka sokaklarında, Tejo Nehrinin öte geçesindeki Cova do Vaporda özgürlük sınırlarını Ümit Burnundan Alaskaya, Yakutistandan Arjantine kadar genişletmeye çalışanlar var hâlâ. San Tome Adasından Lizbona gelmiş ressam Waldemar Dorianın resmine bu ufka bakar gibi bakabiliriz...(SÜ/EK)