“Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak. Danton’a göre Caussidière, Robespierre’e göre Louis Blanc, 1793-1795’in Montagne’ına göre 1848-1851’in Montagne’ı, amcasına göre yeğeni.” (Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i)
Marx bu satırlarla başladığı ve aslında bir yazı dizisi olan kitabını 1852’nin Ocak ve Şubat aylarında, Louis Napoléon’un (tam adı Charles Louis Napoléon Bonaparte) “Anayasa Darbesi”nin hemen ardından kaleme almıştı. 1869’da, bu darbe hakkında yazanlar arasında “sözü edilmeye değer” bulduğu Victor Hugo’yu, “olayı, ancak, bir bireyin zora başvurması olarak” gördüğü ve böylelikle “onu küçülteceği yerde, ona tarihte eşi görülmemiş kişisel bir girişkenlik gücü yükleyerek, büyüttüğünü” fark etmediği için eleştirirken; Proudhon’u ise, “hükümet darbesini, daha önceki tarihsel gelişmenin sonucu gibi sunmaya” çalışmak; ancak “hükümet darbesinin tarihsel yapısı”nı, “kaleminde, hükümet darbesi kahramanının bir savunmasına” dönüştürmekle eleştiriyordu. Kendisinin yaptığının ise, “… Fransa’da, sınıf savaşımının sıradan ve kaba bir adamın kahraman gibi görünmesini sağlayacak koşulları ve durumu nasıl yarattığını” göstermek olduğunu söylüyordu.
Louis Bonaparte, 1836 ve 1840’daki başarısız iki darbe girişimi ve sürgün/hapis hayatının ardından, 1848 Devrimi’nin ardından Paris’e döndü ve 10-11 Kasım 1848’de yapılan seçimlerde, diğer dört adayın önünde, oyların yüzde 74,2’sini alarak II. Cumhuriyet’in ilk (ve son) cumhurbaşkanı oldu. Fransız toplumunun hemen bütün sınıfları, köylüler, işçiler, küçük girişimciler Louis Bonaparte’ı destekledi. Dönemin Fransız entelektüelleri de, başta Victor Hugo olmak üzere desteklerini esirgemedi. II. Cumhuriyet’in ömrü sadece dört yıl sürdü; üçüncü yılında, 1-2 Aralık 1851’de bir darbe yapan (iktidardayken darbe bir çağrışım yapabilir) ve yeni bir anayasa hazırlatan Louis Bonaparte’ın imparatorluğu, 21-22 Kasım 1852’de yapılan referandumda, kullanılan oyların yüzde 97’si ile (Kenan Evren bu orana ulaşamadı) onaylandı. 1851 Anayasası’ndaki “başkan” kelimesi “imparator” ile değiştirildi ve Louis Bonaparte, III. Napoleon adıyla imparator oldu.
Madem kimilerinin “Yeni Türkiye” diye adlandırdığı dönemin 10 Ağustos 2014’te yapılacak ilk cumhurbaşkanlığı seçimleri adayları belli oldu, artık herkesin hiç değilse adaylar üzerinde düşünmeye, düşündüklerini ifade etmeye hakkı olsun; çünkü, “ilk defa halk seçecek” vaveylalarının arasında kimse bize “bir cumhurbaşkanı istiyor musunuz?”dan vazgeçtik, “nasıl bir cumhurbaşkanı istiyorsunuz?” diye sormadı bile.
Nasıl ki Louis Bonaparte, imparatorluğunun oylandığı referanduma “devlet başkanı” olarak girmişti (cumhurbaşkanlığının onaylandığı referanduma “devlet başkanı” olarak giren Kenan Evren’den bahsederken ne “komedi” ne de “vodvil” demek içimden gelmiyor); Tayyip Erdoğan da cumhurbaşkanlığı oylamasına başbakan olarak giriyor. AKP sözcüsü Hüseyin Çelik, “Sayın Başbakan istifa etmeyecek. Boşuna kendinizi yormayın” diyor; nokta.
Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığında eleştirilecek bir tek nokta bile yoktur; yüzlerce milletvekili tarafından aday gösterilmiştir. “Tek adam olma hayalleri” eleştirileri de anlamlı değildir; çünkü zaten epey zamandır tek adamdır. İstifa etmesine de gerek yoktur; kendisinin başbakanlıktan istifa etmesi değil, hükümetin istifa etmesi anlamlı olur, çünkü Erdoğan sadece AKP’nin değil, hükümetin de adayıdır. “Cemaat” ile uzun yıllar süren işbirliğinin ardından ortaya çıkan gerilimde partisi sadece birkaç milletvekili fire vermiştir; süreçte “komedi” olmayan, hatta belki de “trajedi” olarak değerlendirilebilecek yegâne şey AKP’den istifa eden Hami Yıldırım ile İdris Bal’ın Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylık dilekçesine imza vermiş olmalarıdır.
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığı, “Lamartine göre İhsanoğlu” benzetmesine fırsat veriyor; İhsanoğlu her ne kadar Lamartine kadar “romantik” olmasa da, entelektüel ilgileri, tarihçiliği ve diplomatlığı, hatta “muhafazakârlığı” ile benzetme fırsatları yaratıyor. Alphonse de Lamartine’in, diğer üç adayla birlikte 1848 seçimlerinde Louis Bonaparte’ın karşısına çıkması, tarihsel bir kişiliğin ilk defa ortaya çıkması ve dolayısıyla “trajedi” olarak değerlendirilebilir. İhsanoğlu için Lamartine’in kaderi, elbette ki kimsenin dileği olamaz; ancak Lamartine’den çok daha yüksek bir oy oranına ulaşacağı kesin olmasına rağmen, ufukta bir kazanma ihtimali de görünmüyor. Çünkü HDP milletvekili Adil Zozani “Kuşkusuz yıllardır Kürtler yeni Türkiye’den yana bir tercih sahibidirler… Kürtler ancak Türkiye’de değişimi arayan dinamiklerle yürüyebilir. Bunu salt Erdoğan olarak ifade etmemek gerekiyor. Erdoğan’ın becerisi bu değişim arzusunu tahlil edebilmedir. AK Parti hükümeti kendi varlığını yeni Türkiye’de konumlandırıyor.” Diyor. HDP’den, AKP ve Kürtlerin kendilerini aynı yerde konumlandırdığı iddiasına bir itiraz gelmediğine göre, seçimler ikinci tura kalırsa Kürt oylarının bir “koz” olarak kullanılabileceği ihtimali çok da uzak değildir.
Seçimlerin son adayı, biraz daha fazla satır ayırılmasını hak etmektedir. 25 Nisan 2014’te bir açıklama yapan BDP eş başkanı Selahattin Demirtaş gazetecilerin bir sorusu üzerine, “Benim HDP eş başkanı olma gibi bir düşüncem yok. Barış ve Demokrasi Partisi eş başkanı olarak şimdilik partiyi kongreye hazırlayacak çalışmaları yapacağız. Daha sonrasında da ben de HDP'ye bir geçiş yapacağım ve HDP milletvekili olarak görevimi sürdürmeyi düşünüyorum. Yeniden herhangi bir kurumun, herhangi bir partinin eş başkanı olmak gibi bir düşüncem yok, herhangi bir adaylık da düşünmüyorum” dedikten 58 gün sonra, 22 Haziran 2014’te HDP eş başkanlığına seçildi ve 66 gün sonra, 30 Temmuz 2014’te de cumhurbaşkanlığına aday oldu. Bu keskin karar değişikliğinin nedenleri elbette Selahattin Demirtaş tarafından da HDP Parti Meclisi tarafından da biliniyordur; ama naçizane bu yazıyı yazarken ne Demirtaş’tan ne de HDP’den “herhangi bir adaylık” düşünmeyen Demirtaş’ın neden on gün içinde hem HDP eş başkanlığına seçildiğine hem de cumhurbaşkanlığına aday gösterildiğine dair doyurucu bir açıklama yapıldığını duymadım, muhtemelen benim sağırlığımdandır.
10 Ağustos’ta, “ilk defa halk oyuyla cumhurbaşkanı seçileceği” kuyruklu yalanına inanarak sarı sıcağın altında gidip bu üç adaydan biri için oy kullanacağız. Çoğumuzun aklına “iktidar seçkinleri”nin bizle alay ettiği düşüncesi bile gelmeyecek. Cumhur olarak başımıza bir “başkan” istiyoruz, başkansız yapamıyoruz; ama seçtiklerimiz tarafından seçilmesini istemiyoruz “başkanımız”ın, kendimiz seçmek istiyoruz.
Kadınların başıboş bırakıldığında ya davulcuya ya zurnacıya “varacağından” zerrece şüphe duymayan zihniyetimizin kanun koyucusu da gayet haklı olarak, cumhurun baş seçerken başıboş bırakılmaması gerektiğini iyi biliyor; seçeceğimiz başkan “4+4+4+4 mezunu” olacak, yaşlı değilse bile en azından orta yaşlı olacak ve de illa ki erkek olacak. Genç, hem de kadın, hem de sonuna kadar eğitimin cenderesinden geçmemiş bir başkanın ne kadar tehlikeli olabileceğini “büyüklerimiz” işin başında tespit etmiş ve bu kurallardan ikisini yasayla üçüncüsünü de gelenekle emniyet altına almışlardır. Son bir emniyet supabı daha koyarak kimler arasından seçim yapabileceğimizi de kendileri belirlemeye karar vermişlerdir. Bu yetkilerini de büyük bir kıskançlıkla kullanmış, teorik olarak 26 aday sunabilecek olmalarına rağmen sadece 3 aday arasından seçim yapmamızı söylemişlerdir. Öyle anlaşılıyor ki bütün bunlar siyaset erbabı tarafından kolay anlaşılır düzenlemelerdir; ama şu kısmının açıklanmaya hala ihtiyacı var gibi: Cumhurbaşkanını neden halk seçiyor? Ayrıca, cumhurbaşkanı gerçekten de ilk defa mı halk tarafından seçiliyor?
25 Mart 1980’de bağımsız milletvekili Nurettin Yılmaz’ın tek aday olarak girdiği cumhurbaşkanlığı seçimlerinde TBMM kilitlenmiş ve 11 Eylül 1980’de gerçekleşen 124. turda da salt çoğunluğa ulaşılamamıştı. Ertesi gün ise ne olduğu herkesin malûmu; Kenan Evren ve yanı başındaki dört paşa “demokrasi”nin içine düştüğü bu içler acısı duruma çok kızmış, “emir-komuta zinciri içinde ve emirle” (artık ne demekse) yönetime el koymuş ve aralarında ne zaman yaptıklarını bilmediğimiz bir müzakere sonucu, Kenan Evren’i “devlet başkanı” ilan etmişlerdi. “Demokrasiyi kötüye kullanan Meclis”in son cumhurbaşkanı adayı Nurettin Yılmaz’ı da namlı Diyarbakır 5 No’lu cezaevine göndermişlerdi.
10 Ağustos’ta ilk turu gerçekleşecek olan seçimde cumhurbaşkanının ilk defa halk oyuyla seçileceği iddialarına bakmayın; bu ülkede halk oyuyla seçilmiş ilk cumhurbaşkanı Kenan Evren’dir. Beş general, (Anayasa hazırlığında “önemli” rol oynayan Danışma Meclisi’nden bugüne gelebilen tek kişi olan Kamer Genç’in neden muhalefetin “çatı adayı” olmadığı da kolay anlaşılabilir bir konu değildir) hazırlayıp başımıza geçirdikleri Anayasa referandumu ile birlikte Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığını da halkın oyuna sunmuştu.
7 Kasım 1982’de anayasa oylamasına giderken, Diyarbakır’ındaki 5 Nolu Cezaevi’nde akla hayale gelmeyen işkenceler yapılıyor, Kürt halkının insanlık onuru ve Türkiye’de sosyalistler ve komünistlerin doldurulduğu hapishanelerde bir kuşak yok edilmeye çalışılıyor, gündelik yaşam her gün acı içinde uyanılan bir kâbusa dönüştürülüyordu. Bu oylamada, Türkiye Cumhuriyeti seçim tarihinin en yüksek katılım oranına ulaşılmıştı. Toplam seçmenin yüzde 91,3’ü oylamaya katılmış ve bunların yüzde 99,8’i geçerli oy kullanmıştı. Yeni anayasanın ve tek cumhurbaşkanı adayının Türkiye halklarında yarattığı heyecan öyle bir düzeye ulaşmıştı ki, oyları geçerli olan seçmenlerin yüzde 91,4’ü, göğüslerini gere gere, hem anayasaya ve tabii ki bu anayasanın mimarbaşı Kenan Evren’e “evet” demişlerdi. Geri kalan yüzde 8,6 ise (1.626.431 oy), 12 Eylül Dönemi’nde devletin fişlediği kişi sayısına (1.683.000 kişi) bile ulaşamamıştı. 1982 referandumundaki bu yüzde 8,6’nın, Türkiye halklarının “demokratik muhalefeti”nin 1982’den beri ulaşmaya çalıştığı düzey olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.
Bugün bu yüzde 8,6 nedir? Büyük bir olasılıkla Selahattin Demirtaş ve HDP’nin hedeflediği oy oranıdır; umudumuz bakidir baki olmasına da, yeni bir hayal kırıklığı yaşanmasına da sayılı gün kaldığı endişesi ortadan kalkmış değildir.
Demirtaş yüzde 8,6, hatta biraz daha fazla oy alabilir; bu durum bir “şok etkisi” yaratmayacaktır. Hatta bu “Demirtaş’ın yüzde 10 sınırını zorlaması, umudu baki tutanların çoğu tarafından açık ya da gizli bir sevinçle de karşılanacaktır; lakin bunların bir kısmı da “Biz mi yanlış hatırlıyoruz ya hu! Bu parti, HDP, nice zamandır bir kadın aday umudunu körüklememiş miydi?” ya da “aday ilan etmeden bizlere de soracak bir yol yordam bulamazlar mıydı?” diye sormadan geçmeyeceklerdir.
Ruşen Çakır, 30 Haziran 2014’de Radikal’den Ezgi Başaran’a verdiği röportajda, “… Türkiye’de çok net biçimde 3 büyük güç var: Fettullah Gülen, Tayyip Erdoğan ve Abdullah Öcalan. Bunlar arasındaki denge ve ittifak zaman zaman değişebilir” diyor. Ruşen Çakır’ın bu üç isimden başka bir güç görmemesi üzerine söylenecek çok laf yok; demek ki böyle bir analiz yapıyor ve bu isimlerin hangi sınıfsal temsiliyeti taşıdıklarına dair bir açıklama da yapmadığına göre, sınıfsal analizlere de uzak duruyor. Lakin bu analiz “doğru” ise, işimiz zor demektir. Fettulah Gülen hareketiyle yakınlıkları olduğu bilinen iki isim İhsanoğlu’nun adaylık dilekçesine imza koyduğuna göre, Cemaat bu adaylığı destekliyor sonucu çıkarılabilir. Abdullah Öcalan Demirtaş’ın adaylığını zaten desteklemektedir. “Net biçimde büyük güç” olan üçüncü kişi zaten aday olduğuna göre, seçimler bir asıl ile iki vekil arasında geçecek demektir.
Selahattin Demirtaş, muhtemel destekçilerinin bir kısmının kafasındaki sorulara rağmen umudu baki olanların da adayı olarak ortaya çıkmıştır; ancak gerek Demirtaş’ın gerekse HDP’nin Temmuz ve Ağustos aylarındaki siyasal tutumu, Demirtaş’ı, tarih sahnesindeki “Roboskili aileleri Başbakan’ın iftarına götüren adam” fotoğrafından çıkarabileceği gibi, başka politik figürlerin de içinde yer alacağı bu fotoğrafta “Vekâleten Bonaparte” da yapabilir. Biz seçmenler ise, sadece adayların “kişisel performanslarına” değil, neyi ve ne kadar temsil ettiklerine de bakacağız muhakkak; lakin umudumuz bakidir.
Umudumuz bakidir; fakat yukarıda da söylendiği gibi bizi bekleyen büyük bir ihtimalle yeni bir hayal kırıklığı olacaktır. Bu yazıyı “umudumuz bakidir” diye bitirmek için çabalarken, HDP milletvekili Adil Zozani’nin Helin Alp’e verdiği 3 Temmuz 2014 tarihli röportajda söylediklerini okuyunca, kendimi “iyi niyet taşlarıyla döşeli yollardan cehenneme giden” bir yolcu gibi hissettim.
Zozani, “yeni” Türkiye için, ne demek olduğu pek de belli olmayan Osmanlı geleneği ile Kürdistan’ın Mir-i Miran sistemini öneriyor. Belki “maksadını aşan” sözlerdir bunlar, ama çağrıştırdığı açıkça “Yeni Osmanlıcılık”tır.
O zaman, naçizane ilave öneriler sıralayalım; Voyvodalık, Dayılık, Hıdivlik, artık o “büyük” Osmanlı geleneğini oluşturan anasırın her biri için uygun bir model ve de hepsinin üzerinde Zozani’nin itiraz edeceğini sanmadığımız Sultanlık. Louis Napoleon’dan Bonaparte’a giden yolun yolcusu olduğunu gizlemeye bile gerek duymuyor HDP milletvekili. Öncelikle kendisine naçizane, mîr ailelerinin son temsilcilerinden olan Botan Mîri Bedir-Han’ı, HDP Mardin milletvekili Erol Dora’dan ya da eğer Hakkari’de hala kaldıysa, bir nasturîden de dinlemesini salık veririm. Ha’şa, ne Botan Mîri Bedir-Han ile Hakkari Beyi Nurullah, Bitlis Beyi Şerif, Gurs Beyi Mahmut Han başta gelmek üzere, çok beğendiği Mir-i Miran sisteminin Süryani-Nasturî katliamından ötürü Adil Zozani’yi suçlamak ne de bölgedeki diğer halkların katlediliş tarihlerini unutturmak gibi bir derdimiz var; ama Zozani’nin önerdiği Mir-i Miran sistemi ile Osmanlı geleneğinin yanına bir de başkanlık sistemini ekleyince, aklımıza haddimizi aşma pahasına kendisine bir de “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire”ini bir kere daha okumasını salık vermekten başka bir şey gelmiyor.
Bu bapta son olarak önce, HDP milletveki Ertuğrul Kürkçü’nün, Mir-i Miran sistemi, Osmanlı geleneği, başkanlık sistemi ve Marksizm konusunda bir değerlendirmesini merakla beklediğimizi söyleyip, Zozani’ye, mesele özgürlükler olduğunda burjuvazi açısından parlamenter sistemle başkanlık sistemi arasında derin bir fark olmadığını, yirminci yüzyılın büyük bir devrimcisinin, Buenaventura Durruti’nin sözleriyle hatırlatmak isteriz: "Hiçbir hükümet faşizmi yok etmek üzere savaşmaz. Burjuvazi, güç elleri arasında kayıp gittiğinde, ayrıcalıklarını tekrar kazanmak için faşizmi diriltir".
Ancak, Zozani’nin bu röportajında meramı, Kürdistan için “aşiretler konfederasyonu” üzerinde inşa edilmiş bir “başkanlık sistemi”, ise tartışma başka bir düzleme taşınmak zorunda kalır. Zozani diyor ki; “Cumhurbaşkanlığı seçimi için sandık başına giden her Kürt, mevcudiyetini oylayacaktır. Kürtler, HDP çatısı altında adayımız ve Eş Başkanımız Selahattin Demirtaş ile ‘biz Kürtler varız ve kendimize bu sistemde bir yer istiyoruz‘ diyecek. Kurulu sistem içerisinde kendi mevcudiyetini bir kere daha ifşa etme gayretinde olacaklardır.”
Halbuki biz HDP’nin cumhurbaşkanı adayına oy vermeyi düşünürken aklımızdan geçen sözler şunlardır: “… HDP çatısı altında adayımız (her kim olursa olsun) ile birlikte varız; biz, aşağılanan, yok sayılan, saldırıya uğrayan her türlü kimliğimizle ve sınıfsal aidiyetimizle varız. Güvencesizliğe mahkûm edilenler, asgari ücretle her gün 12 saat çalışanlar, pıtırak gibi biten tarım şirketlerince toprakları gasp edilenler, açlık sınırında yaşamaya çalışan emekliler olarak varız ve kendimize bu sistemde bir yer istemiyoruz; bu sistemi değiştirmek istiyoruz.”
Eğer Adil Zozani ve HDP kadroları (aksine bir açıklama yapılmadığı sürece diğer HDP milletvekilleri ve hatta cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş) kendileri için bu sistemde bir yer istiyorlarsa, içinde yer aldıkları sürecin adı “müzakere” değil, “pazarlık”tır ve bu “pazarlık”la muhakkak şu ya da bu ölçüde kendilerinde sistemde bir yer bulabilirler. Tayyip Erdoğan ve Ekmeleddin İhsanoğlu arasında, Bonaparte ile Lamartine arasında bir seçim yapmak zorunda değiliz. Bütün eleştirilerimize rağmen Selahattin Demirtaş hala umudu baki olanların adayıdır; ancak, 9 Ağustos 2014’den önce bu konuda “net” bir açıklama gelmezse, en azından kendi adıma: “yolunuz açık olsun…” (SÜ/HK)