Evdeyken telefonun ve bilgisayarın hariç, en sık hangi elektronik eşyayı kullandığını düşündün mü hiç?
Mutfakla ve yemekle aran çok kötü değilse eğer, senin de cevabın büyük ihtimal buzdolabı olacaktır. Hepimiz her gün az ya da çok bir şeyler yiyor ve içiyoruz. Bazen aç değilsek bile bir güç bizi olduğumuz yerden kaldırır ve buzdolabının kapısını aralayıp içindeki yiyeceklere anlamsızca bakarız. Bazen de anlamsızca içinden en olmadık şeylere elimiz uzanır ve tıkınmaya başlarız. Her zaman yemek yemek için de kullanmayız. Bazen bir ağrı kesici almak için, bazen suyumuza atacağımız biraz buz için, bazen de kapağına mıknatısla tutturduğumuz bir not kağıdına göz atmak için ziyaret ederiz buzdolabını. Evde otonom bir bölge gibidir. Annem ve halalarım gibi jilet keskinliğinde bir düzen ve “aman leke kalmasın” saplantın yoksa eğer, muhtemelen sen de buzdolabının kapağına faturalar, not kağıtları, fotoğraflar ve gezilen yerlerden hatıra magnetler iliştirmişsindir.
Evde belki de en çok karşılaştığımız eşya olan buzdolabı, birçoğumuz için bir sergi alanıdır. Çocuklu ya da çocuk bekleyen aileler için bu alan çok daha canlı ve dönüşüme açıktır. Bebeğin anne karnındaki ultrason fotoğrafı, çocuğun ilk resimleri, okul etkinlik fotoğrafları, karneler, düğün davetiyeleri, çiftlerin sabah işe giderken birbirilerine bıraktığı hatırlatma notları derken listeye uzayıp gider. Unutmak istemediğimiz şeyleri yemekle ilişkilendirme iç güdümüz beni pek şaşırtmıyor. Beni asıl heyecanlandıran şey, buzdolabı kapaklarının doğal bir sergi alanı oluşu ve her birinin parmak izimiz gibi faklı oluşu.
Haftada bir buzdolabının içini temizliyor, bozulmaya yaklaşanları ayırıp hızlıca bir yemeğe dönüştürüyor, arkalarda saklanıp hızlıca bozulmuş olanları çöpe gönderiyor, kendimce her bir gıda türüne bir alan belirleyip güzelce organize ediyorum. En fazla iki gün içinde karmaşa yeniden başlıyor, peynirlerin olduğu alana bir havuç paketi ya da bir şişe kefir sıkışmış oluyor. Azalmaya başlayan yumurtaların yanına, sıkılmış yarım limonlar yerleşiyor. Gariptir, düzen delisi olmama rağmen bu beni hiç rahatsız emiyor. “Ev” diyorum çünkü. Yumurtalara eşlik eden yarım limonlar, diplerine sıkıştırılmış – yarısı tükenmiş, folyosu eğri büğrü ağrı kesici tabletler… “Yaşayan bir ev” diyorum sonra bunun adına.
“Ev” - Fotoğraf: Kıvılcım Akay / 2024
“Ne yiyorsan osun” klişesine girmeyeceğim. O zaten cepte. Ne yiyorsam o olduğum kabulüne varmış, gününün en az üç saatini bile isteye mutfakta geçiren biri olarak buzdolabının içiyle halihazırda bir hayli ilgiliyim. İçinde çürümüş sebzelerin, küflenmiş yoğurdun, bir gram fayda sağlayacak bir gıdanın yer almadığı bir buzdolabının sahibinin depresyonda olduğunu ya da nefes aldırmayacak kadar çok çalışmak zorunda olduğunu tahmin etmek zor değil. Elbette kendi kişisel deneyimlerimi düşünerek ortaya attığım bir teori. Hangimiz böyle zamanlardan geçmeyiz ki?
Düzenli takip ettiğim Apartmento dergisinde gördüğüm bir fotoğraf (sayfanın başında) ve fotoğrafın etrafında şekillenen yazı sonrasında yazmak istedim bu yazıyı. Fotoğrafçı Moyra Davey’in dış dünyayla bağlantı kurmakta zorlanan ve agorafobisi olan annesinin buzdolabına ait bir fotoğraf. Buzdolabının üzerinde duran kolon temizleyiciden tutun da mısır gevreklerine, kapağa mıknatısla iliştirilmiş çöp toplama günü tablosundan çocuk çizimlerine kadar her şey özenle yerleştirilmiş, kendi içinde bir düzene oturtulmuş. Evi, mutfağı, mabedi olan bir kadının buzdolabı.
İstanbul’un Cihangir semtindeki evimde yaşadığım uzun yıllar boyunca, buzdolabının görevini mutfaktaki kombi cihazı üstlenmişti. 120 metrekare evin mutfağı olsa olsa 5 metrekareydi ve buzdolabını mecburen evin antre kısmına yerleştirmiştim. O buzdolabının üzerinde sadece küçük yeğenimin bir fotoğrafı ve hemen her gün değişen günlük hatırlatma notlarımı iliştiriyordum. “Doktordan randevu al!”, “Ceketi kuru temizlemeye götür!”, “Rezervasyonu iptal et!”, “Elektrikçiyi ara!”… Buzdolabının sergi alanı görevini mutfağın baş köşesinde duran kombi cihazına vermiştim. Üzerinde kendi çektiğim filmlerin sinema biletleri – fotoğrafları, gezdiğim ülkelerden magnetler, her gün görmeden olmaz dediğim insanların poloraid fotoğrafları, tarifler ve genelde hafta sonu düzenlediğim yemekli buluşmalar için hazırladığım menü notları dururdu.
İlk defa gittiğim ya da sıklıkla ziyaret ettiğim bir ev fark etmeksizin, mümkünse eğer ilk yaptığım şey mutfaktaki buzdolabını izlemek oluyor genelde. İlk defa gittiğim bir evdeki buzdolabının dış yüzeyi yeni bir sergiyi ilk defa ziyaret etmenin heyecanını getirirken, sık ziyaret ettiğim bir evin buzdolabının dış yüzeyinde “bu hafta ya da bu ay neler gündemde?” heyecanını getiriyor. Bazen hiçbir şey değişmemiş oluyor. Haftalarca, aylarca… 6 ay öncesinden kalma bir su faturası, üzerini yağ ve toz kaplamış bir gazete küpürü, 4 yıl öncesinden kalma bir arkadaş düğünün davetiyesi… Zaman en son nerede durmuştu ya da zamanı en son hangi hatırlatıcı nesnede durdurmaya karar vermiştik? Hepsi buzdolabının üzerinde, kendini anlatır.
Belki de bir belgesel film yönetmeni olmamın getirdiği bir meraktır, emin değilim. Emin olduğum şey, hiçbir kurmaca eserin, hayatın içinde kendiliğinden gelişen bir eser kadar iştahımı kabartmadığı. Hayatım boyunca hiç düşünmediğim kadar “ev” kavramı üzerine düşündüğüm şu zamanlarda, “evde kaç kişinin yaşadığından bağımsız olarak, buzdolabının üzerinde sana ait ne kadar nesne varsa, o eve o kadar aitsin” diye bir cümle geçti içimden. Peki senin kişisel ya da aile sergi alanın olan buzdolabının üzerinde neler var? Neyin zamanını durdurmak, neyi hızlandırmak ya da en çok neleri hatırlamak istedin? Bir düşün bakalım.
(KA/RT)