Güneşli bir öğlen vakti, bir kafede John ile sohbet ediyoruz. John P. Portelli, felsefe profesörü olarak eğitim verdiği Toronto Üniversite’sinden emekli olmuş bir yazar ve şair. Emeklilik onun için sadece resmi kağıtlarda geçebilecek bir kavram. Asla durmayan, muhteşem berraklıkta, mizah ve vicdanla örülmüş bir zihin. Birçok kurmaca ve şiir kitabı var. Türkçeye çevrilmiş “Buradaydı” isimli şiir kitabını hayatını şiire adamış babam için imzaladıktan sonra, çantasından Ahmet Miqdad ile beraber yazdığı “The Shadow” isimli şiir kitabını çıkarıyor. İki şair, bu kitabı Filistin’deki çocuklar için yazmışlar ve kitabın tüm gelirlerini Filistin halkına gönderiyorlar.
John, bana neden henüz Filistin halkı ile ilgili belgesel yapmaya başlamadığımı soruyor ve ne duruyorsun! diye yüreklendirmeye çabalıyor. Oraya gidemem ki diyorum. Gidemiyorsan, oradaki insanlara bir şekilde telefon yoluyla da olsa ulaş ve neler yaşadıklarını dinle ve kaydet diyor. Sonra telefonunu çıkarıp yeni yazdığı “Never-ending exile” (Hiç Bitmeyen Sürgün) isimli şiirini bana gösteriyor ve sesli bir şekilde ona okumamı istiyor.
Bitmeyen Sürgün
Sürgün, düşünmesi tuhaf bir şekilde ilgi çekici ama yaşaması korkunç bir şeydir.
(Edward Said)
Sonunda Han Yunus’a ulaştık
Deir al Balah katlanılamaz hale gelmişti
Belki burada insansız hava araçları bize ulaşmaz
diye mesaj attın bana
Kaç kere sürgün yaşamak gerekir
bu acıdan kurtulmak için?
Derme çatma çadırda eşin, buruşmuş bir patatesin kabuğunu soyarken
sen telaşla bir çuval un arıyorsun
küçük oğlun denize bakıyor
ablası onun harikalarını anlatıyor
Bu aynı deniz mi?
Ve annen dikkatlice ayağını denize daldırıyor,
bir gün Kudüs’ü görebilmeyi hayal ederek.
Bir miktar un
John birkaç gün önce, Filistin’de hayatta kalmaya çalışan arkadaşına mesajla da olsa nihayet ulaştıktan sonra yazmış bu şiiri. Akademi dünyasından bu Filistinli arkadaş; eşi, annesi, oğlu ve kızı ile Gazze’den Deir el Balah’a geçmeyi ölmeden başarabilmiş. Ancak şiirde de olduğu gibi sürgün asla bitmiyor.
Deir el Balah’tan da Han Yunus’a geçmişler. Bu geçiş süreçlerinde tüm ailenin eksiksiz bir şekilde hayatta kalabilmesi bile mucizenin ta kendisi. Arkadaşı, şimdi yaşadıkları derme çatma çadırdaki yemek düzeninden bahsetmiş. Malum, yemek yoksa yaşam yok. Konuştukları gün arkadaşı ve ailesinin şanslı günüymüş çünkü yemek için patates bulmuşlar. Bir miktar un bulabilirlerse, bu büyük bir şans. Çoğu zaman etraftan topladıkları çimenleri kaynatıp, varsa bir parça baharatla bundan çorba yaptıklarını anlatmış. Bundan daha kötü günler de oluyormuş. Hiçlik. 21. yüzyılda, ölmemek için etraftan toplanan çimenleri kaynatıp çorba yaparak açlıktan kurtulmaya çalışan binlerce soykırım mağduru.
Modern dünyada sürgünün birçok biçimi var. Dikta rejimleri altında düşündükleri ve konuştukları yüzünden hedef haline gelen sanatçıların ve düşünürlerin Avrupa ya da Amerika’ya kaçmak zorunda kalmaları, burada sıfırdan, yalnızlık içinde bir yaşam sürdürmeye çalışmaları en tanıdık olduğumuz biçimlerden biri. Fiziki bir savaşın içindeki sürgün, tartışmasız en kahredici ve ölümcül olanı.
Sürgünün tadı
Ağırlıklı olarak mutfak kültürü ve mutfağın felsefesinden beslenen bir yazar olarak, bu şiiri okuduktan sonra çimen, varsa bir parça baharat ve sudan oluşan bu çorbayı düşünüp durdum. Acaba bu çorbanın tadı neye benziyor olabilir? John'un yazdığı şiirin başına eklediği Edward Said alıntısında olduğu gibi; sürgün, düşünmesi tuhaf bir şekilde ilgi çekici ama yaşaması korkunç bir şeydir. Bu çorbanın tadı da öyle olmalı. İlgi çekici olduğu kadar aynı zamanda korkunç. Mutfağa girip beyhude bir deneme yapmaya hiç lüzum yok. Damağımda o ekşi ve yavan tadı hissedebiliyorum.
Kelimelerin damağımda ve zihnimde uyandırdığı tatlara çokça kafa yoran bir yazar olarak şunu düşündüm; sürgünün bir tadı olsa, bu çorbaya mı benzerdi acaba? Bunun bir adı olmalı dedim sonra kendi kendime; “Sonsuz Sürgün Çorbası”. Hayatım boyunca tatmak zorunda kalmayacağımı umut ettiğim bu çorbanın varlığı, benim için artık “sürgün” kelimesinin zihnimdeki ve damağımdaki karşılığı.
Soykırımı ve zulmü bugün hâlâ yaşamaya devam eden tüm halklar gibi Filistin halkının da geleceği belirsiz. Yaşadığımız çağın etik ve vicdani değerler yoksunluğundan yola çıkarsak, geleceği öngörmek için artık kâhin olmaya gerek yok.
Filistin halkının kaderi ne olur bilinmez ama 5-10 sene sonra çimen ve sudan meydana gelen bu çorbayı dünyanın bol yıldızlı restoranlarından birinde, gümüş kaşıklar eşliğinde, hatırı sayılır rakamlarla sunulduğunu görürseniz şaşırmayın. Büyük acıları yaratanlar kadar, o acılara merhem olmak bir yana dursun, bunu fütursuzca pazarlayıp zenginleşenlerin de bir kenara yazıldığı günleri umutla bekliyorum. O gün gelene kadar, hiç tatmadığım “Sonsuz Sürgün Çorbası”nın yavan ve paslı tadı, insanoğlunun açgözlülüğünün unutulmaz bir hatırlatıcısı olarak zihnimde kalacak. (KA/TY)