Geçtiğimiz hafta benimkiyle benzer sağlık problemleri yaşayan çok yakın bir dostum bir podcast serisinin yeni bölümünü dinlememi önerdi.
Benim de keyif alarak dinlediğim bu podcast serisi, mesleklerini başarı ile icra eden kişileri konuk alarak, onlara “nasıl olunur?” diye soruyor. Yaklaşık 3 buçuk yıl önce, oldukça erken sayılabilecek bir yaşta perimenopoz tanımıyla tanıştım.
Literatürdeki karşılığı kısaca şöyle; menopoza geçiş süreci olarak da bilinen perimenopoz, kadınlık hormonu olan östrojenin vücutta azalması, çeşitli menopoz belirtilerinin ortaya çıktığı süreçtir. İki ila yedi yıl arasındaki bir dönemi kapsayan perimenopoz, üreme döneminin azaldığını ve yavaşladığının göstergesidir. Semptomlarının şiddeti kişiden kişiye değişse de bir kadın için hayli stresli ve meşakkatli bir süreç. Kansere yol açma ihtimali yüzünden hormon kullanımına oldum olası karşı çıktım.
Meğerse çok şey değişmiş. Tıp dünyasının büyük çoğunluğu yeni gelişmelere ayak uyduramayıp, benim gibi yanıt arayan birçok insanı doğru yönlendirememiş.
Dinlediğim podcast bölümünün konuğu, alanında başarılı bir kadın hastalıkları ve doğum uzmanı. Doktorun kendi hikayesi benimkine çok benzer olduğundan belki, daha da bir can kulağıyla dinledim. Onun da perimenopoz süreci benimkiyle aynı yaşta başlamış ve yine benim gibi devamında ağır bir depresyon geçirerek aslında tüm hayatını baştan şekillendirmiş.
Nasıl her canlı bir gün ölümü tadacaksa her kadın da bir gün perimenopozu ve menopozu tadacak. Önemli olan bunu hafif sıyrıklarla atlatmayı başaracak bilince sahip olmak.
Dinlediğim podcast’in konuğu olan doktor sayesinde kafamdaki birçok soruya çok mantıklı cevaplar buldum ve bu süreçte ağızdan alınan hormonlar yerine, biyoeşdeğer hormonun ne kadar gerekli olduğuna ikna oldum. Bugüne kadar hiçbir doktor beni bu şekilde aydınlatmamış, içimi bu kadar ferahlatmamıştı. Kendisine şükranlarımı sunmayı bir borç bilirim.
Podcast sona ererken, doktora şöyle bir soru geldi; “Türkiye’de ya da Dünya’da birlikte daha iyi nasıl yaşarız?”. Doktor soruyu hayli zorlu bulduğunu ifade ederek şöyle yanıtlıyor; “Farklılıklarımızı bu kadar köpürtmemek galiba…
Yani ben çocukken komşumuz Alevi miydi, Ermeni miydi hiç bilmedik biz bunları, aklımıza gelmezdi sormak. Şu an kimlik dediğinde herkes etnik kökeni, vesaire gibi… Yani farklılıklarımızı, bizim hep öyledir ya, Türkiye mozaiği deriz. Birlikte renkli bir mozaik çıkarmak önemli olan. Farklılıklarımızdan uzaklaşmak.”
Podcast’in son bölümüne dek sağlığımla ilgili bu kadar kaliteli bilgiyi almış olmaktan dolayı neredeyse şifalanmıştım desem yeridir. Son sorunun cevabı ile bütün ruh halim alt üst oluverdi bir anda. Malum, perimenopoz belirtilerimin de yükseldiği bir dönem. Aniden bütün vücudumu, oradan da beynimin içini koca bir alev topu sardı. “Farklılıklarımızı köpürtmemek”, “biz çocukken komşumuz Alevi miydi, Ermeni miydi hiç bilmezdik…”
Doktorun soruya verdiği bu cevabın bende yaşattığı hayal kırıklığını Türkiye’de “öteki” olarak doğmamışlarınız olanlarınızın büyük bir kısmı pek anlamayabilir. “Biz çocukken komşumuz Alevi miydi, Ermeni miydi hiç bilmezdik…” cümlesi bir kalıptır aslında. Çoğu zaman bu cümlenin başında Kürtler yer alır, zaman zaman Rumlar da dahil olur. Hem Kürt hem Zaza hem de kıyısından Ermeni bir Türkiyeli olarak, eskiden kimin kim olduğunu (kimliğini açıkça dışa vuracak bir dış görünümü yoksa eğer) neden bilmediğinizi bir de benden dinleyin isterim.
Kaç kez yok edilmeye çalışılmışız sayısını bilmiyorum. Yakılan köyler, faili meçhuller, tehcirler, sürgünlerde ölenler, yakılan bir otel ve içinde yanan insanlar, Çorum, Maraş, Zilan, Dersim, doktorların hamile bir kadının karnını yarıp içinden çıkardığı bebeğe yaptığı işkenceler, çarpı atılmış kapılar, fişlenmiş kimlikler, işkenceler, evlatlarının kemiklerinin peşinde yitip giden yıllar, dilinden kıyafetine, halayına kadar yasaklanmış hayatlar, akıl ve vicdan dışı spekülasyonlar ve elbette beraberinde ağır travmalar. Sayılar on binlerin üzerinde olunca trajedi istatistiğe dönüşüyor.
Yaşı kırkına yakın ya da üstünde olanlar belki hatırlarlar. 90’ların meşhur televizyon eğlence sunucusu Güner Ümit’in son derece insanlık dışı sözleri, Alevilere atılmış “mum söndü” iftirasıyla toplumdaki Alevi nefretini körüklemişti.
Ben çocukken annemle gittiğim altın günlerinde ya da gündelik herhangi bir buluşmada kadınların anneme “siz de mum söndürüyor musunuz?” diye sorduklarına çok kez şahit oldum. Tabii o zamanlar bu iftiranın ne anlama geldiğini bilmiyordum.
Bu sorular karşısında annemin beni hızlıca kolumdan tutup bir hışımla bulunduğumuz yerleri terk edişlerini hatırlıyorum.
Benim ailem sözünü pek sakınmaz, aslını inkâr etmez.
Bunun bedelini de fazlasıyla ödedik. Doğar doğmaz kimliğimin din hanesine eklenen İslam ibaresinden tutun da okulda zorunlu olarak aldığım din dersinin sınıfta üzerimde yarattığı strese kadar, sayacak çok şey var elbette.
Büyük şehirlerde kaybolmak, kalabalığın içinde kendini çok belli etmeden bir yaşam sürmek küçük Anadolu şehirlerine oranla nispeten daha mümkündü.
Baskının daha yoğun hissedildiği şehirlerde çoğu zaman insanlar artık daha fazla acı çekmemek için kimliğini gizlemek zorunda kalıyordu.
Gizlenmekten kendi benliğini kaybedenler de cabası. Düşünün bugün hâlâ “Alevilik, İslâm’ın özüdür, gerçek İslam’dır” diye savunanlar var.
Korku hakikaten insanın aklını fikrini kemiren bir şey. Birçokları için Alevilik bile başlı başına sırt çevrilecek bir konuyken şimdi bir de Aleviliğin birçok farklı versiyonu olduğunu söylesem hava iyice buz kesecek muhtemelen.

Biraz daha geriye gidip, sizlere mensubu olduğum Alevi Kürt toplumundan kısaca bahsedeyim. Alevi Kürtler, tıpkı Yezidi Kürtler gibi Kürtlerin Müslümanlığı seçmemiş olan kısmıdır ve inançlarını Alevilik olarak değil “Raya Heqî”* (Hak Yolu) tanımladılar.
Ta ki Cumhuriyet sonrası döneme kadar. İnancının adı “Raya Heqî” olan ait olduğum topluluk, benzerlikleri sebebiyle birden Alevi şemsiyesi altına itilmiş. MÖ 6. yüzyıl dolaylarında İran civarında ortaya çıkan Zerdüşt inancına dayanan “Raya Heqî”, Alevilik veya Şiilik vurgusundan ziyade mistik ve kadim bir inanç anlayışını ifade eder.
Ailemizin yaşlıları bugün hâlâ kendi dilleri olan Zazaki konuşmalarında inançlarından bahsederken “Raya Heqî” ismini kullanırlar. Bugüne dek okuduğum kaynakların bana gösterdiklerinin bir sağlamasını yapmak ve sizlere çok daha kısa bir özetle vermek için yapay zekadan destek aldım.
Buyurun, ChatGPT’den sizler için bir bukle;
Cumhuriyet Sonrası Kürt Toplumunda "Alevilik" Tanımı
- Osmanlı Dönemi: Kürt Aleviler Kızılbaş, Rêya Heqî, Dersimli vs. gibi farklı isimlerle anılıyordu.
- Cumhuriyet Dönemi: Devlet, Kürt Alevileri daha geniş bir "Alevilik" tanımına sokarak etnik kimliği ikinci plana atmaya çalıştı.
- "Alevi" kimliği, özellikle Zaza ve Kurmanc Alevilerini etnik olarak Türkleştirme ve Sünni Kürtlerden ayrıştırma amacı taşıyan bir devlet politikası olarak da şekillendirildi.
Düşünün ki inancınız bile devlet tarafından dizayn ediliyor ve toplumun büyük çoğunluğu sizi mümkünse görmek istemiyor, illa görecekse de çareyi “farklılıklarımızdan uzaklaşmak” ta buluyor. Bir kişinin farklılıklarından uzaklaşması ancak onun rızası dahlinde olabilecek bir konudur.
Oysa farklılıklarından zorla, dayakla, işkenceyle ya da sürgünle uzaklaştırılmaya çalışılmış biri, doğası gereği öncelikle o farklılığın onun gerçekliği olduğunu ispatlamak için mücadele verir. “Ben varım” demek için. Ve ne yazık ki onu yine farklılıklarından benzer şekillerde uzaklaştırılmaya çalışılmış insanlar, toplumlar anlayabilir.
Çare farklılıklarımızdan uzaklaşmak değil, farklılıklarımızı ortaya koyarak, hiçbir farklılığın bir diğerinden üstün ya da geride olduğu fikrine kapılmadan bir zenginlik yaratabilmektir.
Dillere pelesenk olmuş “mozaik” kavramının çok daha ötesinde bir bilinç ve vicdan gerektirir. Ne yazık ki iyi eğitimlerle edinilebilecek bir yeti değildir. Önce dinlenmeye hazır olmakla başlar. Tabii niyet varsa.
Podcast bölümünün konuğu olan doktorun “farklılıklarımızı köpürtmemek” önerisinden sonra, doktorun tanımıyla bugüne dek farklılıklarımı yeterince köpürtmediğimi fark ettim. Demek ki farklılıklarımı artık daha görünür kılmalıyım ki, birbirimizi daha iyi anlayalım.
Alevilik adı verilerek bir nevi kayyum atanmış olan inancımı, Raya Heqî olarak tanımlamayı tercih ederim.
Raya Heqî inancına sahip olanlar geçtiğimiz Salı, Çarşamba ve Perşembe’ye denk gelen 11-12 ve 13 Şubat’ta Xizır (Hızır) orucu tuttular. 3 gün et yemediler, mumlar yaktılar, sade sofralar kurdular, dilekler dilediler, içlerinden geçen iyi niyetlerle dua ettiler ve son gün mayasız Xizır Lokması yapıp paylaştılar. Ben hayatımda ilk defa dün Xizır lokması pişirdim.
Belki yaşım ilerlemeye başladığından köklerimle olan bağım kuvvetlendiğinden belki de farklılıklarımı hatırlamanın beni daha zengin kılacağını bildiğimden. Annemden aldığım tarifle yaptığım ilk denemem hiç de fena olmadı. Yapımı son derece kolay Xizir lokmasının tarifini sizinle de paylaşmak istiyorum.

Malzemeler (7 kişilik)
- 1 su bardağı süt
- 1 adet yumurta
- Yarım su bardağı zeytinyağı
- Yarım su bardağı çiçek yağı
- 1 çorba kaşığı tereyağı
- 1 çorba kaşığı sirke
- 1 tatlı kaşığı toz şeker
- 2 tatlı kaşığı tuz
- Alabildiği kadar un
Yapılışı: Un hariç tüm malzemeleri derin bir kapta iyice karıştırın ve ardından alabildiği kadar unu ekleyip iyice yoğurun. Kıvamı cıvık olmayacak şekle gelene kadar, gerekirse bir miktar daha un ekleyin ve yoğurmaya devam edin. Hamur pürüzsüz kıvama geldiğinde, eşit miktarda (avuç içi büyüklüğü) bezelere bölün. Bezeleri tepsiye alıp elinizle her birine yassı şekiller verin. Yassı hale gelen hamur parçalarının üzerine bir kaşıkla yarım ay gibi şekiller verin. En son, üzerine hafifçe süt ya da yoğurt sürerek 200 derecede önceden ısıtılmış fırında ortalama 20 dakika pişirin.
Pişen Xizır lokması “Xizır yoldaşın olsun, Xizır evine uğrasın” dilekleriyle önce ev hanesine dağıtılır, ardından da önce ihtiyacı olana, sonra da aileden olmayan sevdiklerimize dağıtılır. Perşembe gecesi evin ışıkları açık bırakılır ki Xizır evinize uğrasın. Xizır bir bedende vücut bulmuş, fiziki bir karakter değildir. O, ölümsüzlük suyunu içmiş, her çağda mazlumun yanında olan, zaman ve mekân üstü bir varlık olarak tasavvur edilir. Onun olduğu yerde hayat, bereket ve kurtuluş vardır. Xizır, Raya Heqî inancından olanlar (Alevi Kürtler) için bir umut kaynağıdır. Zulüm ve baskıya karşı dayanışmanın, paylaşmanın ve toplumsal adaletin simgesidir.
Malta’daki mutfağımda Xizır lokmasını yoğururken, kalbimden kendi cümlelerimle dua ettim. Farklılıklarımızın tehdit değil, zenginlik sayıldığı kalplerin çoğalmasını diledim. Farklılıklarımızdan uzaklaşmamızı öneren doktorun da bir gün farklılıklarımızın bizleri aslında nasıl zenginleştirdiğini anlamasını diledim.
İlk lokmayı Katolik inancına mensup partnerime ikram ettim ve anadilim olan Zazaki ile “Xızır to de hewal bo!” (Xizır yoldaşın olsun!) dileğinde bulundum. O da kendi dininin minnet yönetimiyle istavroz** çıkarıp, ardından afiyetle Xizır lokmasını yedi. Kimsenin gururu incinmedi, kimsenin ülkesi bölünmedi, kimse bunu kendine hakaret ve tehdit saymadı. Demek ki farklılıklarımızdan konuşmak bizleri ayrıştırmıyormuş.
Nasıl ki Çerkeslerin muhteşem dansı, Boşnakların leziz Soka yemeği, Lazların insanın içini coşturan horonu, Pomakların güzelim baharı simgeleyen marteniçkası tehlikeli farklılıklar olarak görülmüyorsa, bir gün aynı anlayışın kendi halkıma da gösterildiğini görmeden ölmek istemem. Ancak ve ancak farklılıklarımıza hoşgörüyle kazanabileceğimiz barıştan yana inancım tam.
“Xızır tenga to de bi reso” (Hızır dar gününde yetişsin)!
Sevgiyle.
(KA/EMK)
* Raya Heqî ismi Kürtçenin Zazaki lehçesinde kullanılırken, Kurmanci lehçesinde ise Rêya Heqî olarak kullanılır.
** İstavroz çıkarmak, Hristiyanlıkta Teslis’i (Baba, Oğul ve Kutsal Ruh) anarak Tanrı’nın korumasını dilemek ve imanını ifade etmek için yapılan kutsal bir harekettir.