Adana’sı, Antalya’sı derken yılın festival fiyaskoları mevsimi açıldı. Hepimize iyi seyirler!
Uzun yıllardır belgesel sinema alanında üretimlerini sürdüren bir yönetmen olarak, çalışma alanımı kısıtlayan ve değersizleştiren tüm söylemlere ya da kurumlara karşı sessiz kalmama ihtiyacıyla bu yazıyı yazmak istedim. Tüm müdahalelere ve engellemelere karşı mesleğimizin ve yaptığımız işlerin arkasında durmanın, en çok da yolun henüz başında olan ya da gelecekte bu yolda yürümek isteyen genç arkadaşlarımıza karşı bir sorumluluk olduğuna inanıyorum.
Sansür, yanlış ekip, popülizm, adaletsizlik, lobicilik ve koltuk sevdası gibi tanımlar birçok festival için yeni değil. 2014 yılında “Yeryüzü Aşkın Oluncaya Dek” Altın Portakal Film Festivalinde, 2015 yılında ise “Bakur” filminin İstanbul Film Festivalinde sansürlenmesinden bugüne işler her yıl daha da sarpa sarıyor.
Geçtiğimiz yıl “Kanun Hükmü” isimli belgesel filmi seçkiye almasına rağmen tepeden gelen baskıyla, sansüre yeşil ışık yakan Antalya Altın Portakal Film Festivali yönetimi, devamındaki süreçte de sansür ısrarını sürdürerek hayati bir hataya imza attı. Sonuç: festivalin tarihinde koca bir kara leke.
Aslına bakılırsa, bu yıl ekip değişse de festivalin asıl söz sahipleri yerli yerinde ve kimse bir adım dahi geri atmış değil. Geçen yıldan bu yana bir arpa boyu yol katedilemedi. Gelgelim kimsenin bir yıl daha esip gürleyecek, tepki koyacak hali kalmadı. Gezi direnişinin ardından Türk solu ve sanat çevreleri bir garip küskünlük içinde. Herkesin kendi kabuğuna çekildiği, herkesin kendince haklı olduğu ve anlaşılmayı beklediği sessiz bir vazgeçiş. Bizlerde hiçbir şeyin sonunu getirememe hastalığı var.
Geçen yıl onca sinemacı festivalden filmlerini çekerek sansürün karşısında durdu. Adalete ve yan yana durabilmeye açlığımdan olsa gerek, küçük bir kırıntısını gördüğüm anda kolayca umutlanıyorum. Bu ortak duruş da beni bir süre umutlandırmaya yetti. Ancak ne yazık ki gelinen aşamada kayda değer hiçbir kazanım elde edemedik.
Bir kesim filmlerini göndermeyerek, dar bir kesim de gelen jüri tekliflerini geri çevirerek bireysel, sessiz tepkilerini ortaya koydular. Kimin artık nerede durduğu, neyi eleştirdiği algısı garip bir şekilde bulanıklaştı.
Altın Portakal defalarca filmlerimle yer aldığım, güzel deneyimler biriktirdiğim, ülkenin en köklü ve renkli festivali.
Bu yanıyla düşününce devam etmesi benim için anlamlı bir haber. Ancak ne yazık ki devam etmesinden daha önemli bir şey var ki, o da hangi ilkelerle devam ettiği. Festival geri döndü ama ne yazık ki dönüşü muhteşem olmadı. Amacım, festivale filmlerini gönderen veya seçkiye dahil olan kimseyi yargılamak değil, haddim de değil. Türkiye’de ne yazık ki elle tutulur 3-5 festival var. Bir filmi ortaya çıkarmanın maddi ve manevi bedelleri tartışılmayacak kadar büyük. Filmini ortaya çıkarmak ve hak ettiği yere getirmek her yönetmenin ve film ekibin en doğal hakkı. Ancak işin üzücü yanı, bir sansür vakası daha patlak verdiği takdirde hakkımızı arayacak gücü de peşinen teslim etmiş olmak.
Altın Portakal’da bu sene yeni bir sansür faciası daha yaşanır mı, hiç belli olmaz. Dilerim olmaz. Ama daha büyük dileğim, sinemacıları çaresizleştirmek ve hizaya sokmak için adeta kullanışlı birer aparat görevi gören festivallerin, filmler olmaksızın var olmayacaklarını hatırlamaları.
Altın Portakal’ın üzerinde geçen senenin kara bulutları gezerken, birçok sinemacı yönünü Altın Koza’ya çevirdi. Festival, Nuri Bilge Ceylan’ın jüri başkanı olduğunu duyurduğu andan itibaren, Altın Koza bir anda Altın Portakal’ın boşluğunu dolduracak havası esmeye başladı. Acaba bu kamyonun lastiği bu yolun sonunu görür mü demeye kalmadan ödül gecesinin ardından patlayıverdi.
Dünya’da olduğu gibi Türkiye’de de uzun metraj kurmaca filmler her zaman festivallerin ana odağıdır. Hele bir de o filmlerin başrol oyuncusu gerçek bir şöhretse, baş tacıdır. Ancak Dünya’nın aksine Türkiye’de kısa filmler ve belgeseller sinemanın olmazsa olmazı olduğundan değil, festival programındaki film sayısını artırma ve çeşitlilik yaratma unsurları olarak programa dahil edilirler. Ne yazık ki bu yeni bir şey değil. Bugüne kadar kısa film ve belgesel ödülleri her zaman uzun metraj kurmaca film ödüllerinin öncesinde açıklanmıştır. Yazılı olmayan, global bir kural diyelim.
Geçtiğimiz günlerde Altın Koza Film Festivalinin ödül gecesi* bir ilke (!) imza attı. İlk defa kısa film ve belgesel ödülleri uzun metraj kurmaca filmlerin ardından açıklandı. Normal şartlar altında bu ödüller törende bir araya gidilmeden, uzun metraj kurmaca film ödüllerinin hemen ardından açıklanmış olsaydı, evet, kesinlikle bir devrim olurdu. Kısa filmleri ve belgeselleri daha görünür kılmak için devrim niteliğinde bir duruş!
Elbette bu sadece sevimli bir ütopya. Daha sonra canlı yayın kaydını izlediğim, uzun metraj film ödülleri açıklandıktan hemen sonra salonda mini bir konser başladı ve o ana kadar içlerinde jüri üyelerinin de önemli bir kısmı olan izleyicilerin neredeyse üçte ikisiyle salondan ayrıldılar. Gerçekten mesele sadece ödül alan film ekiplerinin, ödüllerini kalabalığa karşı kaldıramamış olmasının utancı mıydı?
Bunca sansür vakasının ardından bu duruma bu kadar naif bir yerden mi bakmalıyız gerçekten? Bu nezaketsiz ve aşağılayıcı tutum kısa filmcilere ve belgeselcilere eşit olarak uygulanmış olsa da ortada bir gerçek daha var, o da belgeselcilerin hedef tahtası haline gelmiş olmaları. Festivallerde büyük infialler yaratan filmlerin neredeyse tamamının belgesel filmlerden oluşuyor olmaları bir tesadüf değil elbet.
Estetiği ne olursa olsun, doğası gereği belgesellerin gerçeği anlatma işlevi vardır. Gerçekler her zaman tatlı değildir. Hele ki olay Türkiye’de geçiyorsa gerçekler genelde acıdır. Hoşa gitmez, huzur kaçırır.
Düşünün, Altın Koza Film Festivali ödül töreninde kısa film ödüllerinden başlanıp ardından belgesel film ödüllerini takdim ediyor. Elbette her zaman olacak diye bir durum yok ama belgesel için verilen bu üç ödülün sahibi olan yönetmenlerden biri olmasa diğeri bir politik bir mesaj verebilir kaygısı.
Festival yönetimi için festivalin şanına gölge düşürecek, tat kaçıracak bir durum. Neyse ki bu riske hiç girmeden ufak bir sıyrıkla atlattılar. Yaşananlar ilk etapta ödül alan kısa filmcilerin ve belgeselcilerin aldıkları ödülleri kalabalığa karşı kaldıramamış olmasının ayıbı olarak anıldı. Ayıbın bir cezası yok.
Ülkemizde zaten artık unutulmuş bir kavram. Yakın geçmişimizle olan bağlarımız son derece kopuk olduğundan meselenin bir ayıptan öte, bir sansür biçimi olduğunu anlamakta güçlük çekiyoruz. Velev ki törenin kurgulanış biçimi tamamen bir organizasyon hatası olsun, böyle bir iklimde bu sonucun çıkacağı bir karar vermek hangi öngörüsüzlüğün sonucu olabilir?
Geçtiğimiz Cuma günü, ödül töreninde ayrımcılığa maruz kalan kısa film ve belgesel ekiplerinin ortaklaşa hazırladığı bir açık mektup** yayınlandı. Yaşanan ayrımcılığı kabul etmediklerini ve tüm bunların sebebini detaylıca soran, cevap bekleyen bu mektubun yayınlanmasını takip eden süreçte, bir yandan ülkedeki şiddetin dozu da giderek artıyordu. Aynı gün içinde iki kadının vahşice katledildiği bir gündemde, kadınların can güvenliğini sağlayamayanlar kadınlara hangi yöntemlerle doğum yapmaları gerektiğini tembihlemekle meşguldüler.
Böylesine karanlık bir dönemde her felaketi unutturacak yeni bir felaket yaşadığımız için istisnasız her alanda yaşanan hak ihlalleri ve adaletsizlikler kolayca unutuluyor. Narin’in bile unutturulmaya çalışıldığı bu ülkede sansürün ve ayrımcılığın hızlıca unutulması pek tabii normal geliyor birçoğumuza. Katledilen çocukların, kadınların ve ötekinin hakkını savunurken bir yandan kendi alanlarımızın da hak arayışını sürdürmek zorundayız. Tabii eğer kendi alanlarımızda gelecekte hâlâ özgürce üretim yapmayı hayal ediyorsak.
Festivaller bağımsız filmlerin rüştünü ispat etmesi, daha çok seyirciyle buluşması ve yolculuğu boyunca filmlerin daha fazla mecrada yer alma olasılığını artırması açısından önemli buluşma noktaları.
Yazık ki, yıllarca içinde yer aldığım festival ortamlarında en son konuşulan şeyler filmlerin üzerindeki politik baskı ve filmlerin entelektüel derinliğiydi. Festival partilerinde dağıtılan alkolün markası ya da o partiye hangi dünyaca ünlü yönetmenin, oyuncunun icabet ettiği çoğu zaman filmlerden daha fazla konuşulur.
Malumunuz, bir düello kültürüne sahip değiliz. Aynı masada herkes arkadaştır, herkesin filmi Cannes’da, Venedik’te yarışacak kalitelidir. Masadan ayrılınca filmlerin kalitesi düşer, herkes kendi içindeki hasediyle bir başkasına kendini haklı çıkarmaya uğraşır. Özetle, festivallerin durumu kadar bizim de halimiz ortada.
Peki, Türkiye’deki festivallerin her daim üvey evlatları kabul edilen kısa film ve belgesellere gelecek olursak, festivallerin sopasını gizlemekten çekinmediği bu iki film türü için nasıl bir alternatif yol bulunabilir?
Burada bir parantez açmam gerekir; bu sopa mali kaynak dağıtımı söz konusu olunca kısa film ve belgesel ekiplerine eşit şekilde gösterilir. İşin sansür boyutuna gelince o sopa doğrudan belgeselcilerin kafasına iner.
Çekmediği bir belgesel gerekçe gösterilerek bugün hala cezaevinde rehin tutulan yapımcı Çiğdem Mater’den daha iyi bir örnek olamaz sanırım. Ancak ben yine de meseleye kısa film, belgesel ayrımı yapmadan devam etmek istiyorum.
Festivaller üzerine kapsamlı bir yazısı olan, sanat sosyolojisi ve hak ihlâlleri üzerine kafa yoran, fikirlerine değer verdiğim yazar-yönetmen Emre Yeksan’ın da görüşünü almak istedim.
"İş bilmezliğin istemeden ortaya çıkardığı hakikatle karşı karşıyayız"
Bağımsız sinema alanında sözünü sakınmadan, doğru bildiklerini arkasına alıp konuşabilen az sayıda isimden birisin. Hatta biraz da sivri dilli olarak tanımlanıyorsun. “Festivaller Ne İşe Yarar?”*** başlıklı yazın, aslında bu alandaki birçok soruya cevap niteliğinde. Ben soruyu biraz daha daraltıp kısa film ve belgesel üzerinden konuşmak istiyorum. Örgütlü bir tutum içinde olmak elbette en sağlıklı ve kesin çözüm yöntemi olsa da bunu nihayete erdirmekte zorlanıyoruz. Daha bireysel düzlemde bakacak olursak sence kısa film ve belgesel ekipleri festival sansürlerini aşmak için bir yöntem geliştirebilirler mi? / Nasıl?
Öncelikle teşekkürler. Sinema endüstrisi politik olarak öyle geri pozisyonlara mahkûm bir sektör ki, insan bazen kendi kendine söylendiği zannına kapılıyor. Arayışlarda ortaklaştığımız başka sinemacılar olduğunu görmek her zaman iyi geliyor. Soruya senin yazıda ele aldığın örnekten hareketle cevap vermeye çalışayım.
Bence Adana Altın Koza Film Festivali’nde yaşanan duruma hayırlı bir rastlantı olarak bakmak gerek. Organizasyonel beceriksizliğin, bir tür iş bilmezliğin istemeden ortaya çıkardığı hakikatle karşı karşıyayız. Festivallerde kısa film ve belgesel ödüllerinin uzun metrajlardan önce verilmesinin sebebi tam da bu olayda gördüğümüz o boş salonla yüzleşmeme çabası. Çok defa o törenlere mahkûm olmuş biri olarak söyleyebilirim ki kalabalığın çoğunluğu o ilk saat geçsin de “gerçek” ödüller verilsin diye bekler zaten. Belgeseller ve kısa filmler çok az insanın umurundadır. Bunu genel bir doğru olarak değil, festival mantığına içkin bir durum olarak işaret ediyorum.
Festivaller yapıları gereği ayrıştırıcıdır, filmleri kategorize ederler, o kategoriler içinde değer hiyerarşisi yaratırlar. Belli bir kapitalist rekabetçiliği ve pazar mantığını sinema üretimi içinde yerleştirme işlevine sahip endüstri fuarları, ışıltılı bayi toplantılarıdır. Bu açıdan kısa filmler ve belgeseller festivaller için bir mecburiyettir.
Görmezden gelinemez çünkü değerli kılmaları gereken sinema, yani uzun metrajlı kurmaca filmler oradan beslenir. Fakat diğer yandan kimsenin çok da merak etmediği teferruattırlar. Festivaller bu durumu idare etmekle yükümlüdür. Adana’da bunun idare edilemeyişine şahit olduk. Bu açıdan sorunun tören organizasyon becerisinin çok ötesinde olduğunu görmek ve bu durumu idare edebilen daha becerikli festivallere karşı ne yapmak gerektiğini düşünmek gerek.
Buna ek olarak festivallerin film seçme ve kategorize etme süreçlerini sansür mekanizmasından ayırmak imkânsız. Festival işleyişi belli filmleri görünür ve değerli kılarken çok sayıda başka filmi de görünmezliğe iterek değersizleştirmek üzerine kuruludur. Bu içerme ve dışlamaya dayalı ayrıştırma işi aslen klasik sansür mekanizmasından farklı bir niteliğe sahip değil.
Bu tespite genelde seçme işinin ölçütü işaret edilerek cevap veriliyor. Sansür mekanizması eserleri politik olarak ayrıştırırken festivallerde kriterin estetik ve teknikle sınırlı olması gerektiği söyleniyor.
Fakat estetik ve tekniği politikadan bu denli ayrıştırılabileceğini iddia etmek son yüzyılın kültür ve siyaset tartışmalarını da çöpe atmak demek. Burada aslında estetik ve teknik alanda uzmanlık iddiasına yaslanan bir iktidar pratiğinin meşrulaştırılmasıyla karşı karşıyayız.
Bunu nasıl aşarız ya da aşabilir miyiz? Zor ama bana akılcı gelen bir ilk adım var. “Festivaller ne işe yarar?” yazısında dediğim gibi uzun vadede hedef bir piyasa ve kültürel iktidar aracı olan festivallerin ortadan kaldırılması olmalı.
Önümüze bu ufku ve oradan neşet eden bütüncül eleştiriyi koyduğumuzda Adana’daki gibi durumların nasıl ele alınması gerektiğini ve buna karşı nasıl tavır geliştirebileceğimizi tartışabiliriz. Bunu yapmadığımızda “Festivallerimiz bizi neye sevmedi?” diye yakınmaktan öteye gitmemiz zor.
İşlemeyen, ayrıştırıcı ve baskıcı yapıları kaldırıp yerine daha eşitlikçi, demokratik modellerle inşa edilmiş, hükümetin, belediyelerin ya da dev sponsorların sınırlarını çizmediği festivalleri, sinemacılar olarak inşa etmek böyle bir iklimde çok zor.
“Aman başımıza bir şey gelmesin şimdi” kaygısıyla birçoğumuz filmlerimize daha başından türlü otosansürler uyguluyoruz. Uzun bir süredir gözlemlediğim, olan biten hiçbir şeye tepki vermeme hali bir “cool” olma mertebesi olarak addediliyor. Günün sonunda sansüre ve baskılara maruz kalan yönetmen ve film ekipleri yalnızlaştırılıyor, hatta bu meseleleri mesele eden kişiler de genellikle mahallenin delisi ilan ediliyor.
Kendi adıma filmimi bir festivale gönderirken o filmin diğer tüm filmlerle eşit haklara sahip olacağından ve sansürlenmeyeceğinden emin olmak isterim çünkü bu benim en doğal hakkım. Bunu ne yazık ki Türkiye’deki hiçbir festival bize vadetmeyecektir. Bu, bizim ısrarla talep etmemiz gereken, amasız fakatsız herkesin arkasında durması gereken bir konudur. Her festivalin henüz ön eleme aşamasından başlayarak seçim kriterlerini ve bir filmin hangi gerekçelerle seçilip seçilmediğini şeffaf bir şekilde açıklama yükümlülüğü olmalı.
“Bakanlıktan talimat geldiği için bu filmi seçkiden çıkarıyoruz” ya da “bu filmi seçersek festival zarar görür” diyen bir festival zaten tüm etik kuralları baştan çiğnemiş, sansüre çanak tutmuş oluyor. Sorunları yolda giderken halletmek yerine, yola çıkmadan çözmekten yanayım. Şöyle ki; ödül miktarlarından tutun da salonların hakkaniyetli bir şekilde tahsisine, konuk ağırlamadan filmin görünürlüğüne kadar her imkânın tüm filmler arasında adil bir şekilde bölüştürüleceği, ön jüri kararlarının şeffaflığı ve her ne olursa olsun, konu festivalin geleceğini tehlikeye atmak olsa bile sansürden yana tutum alınmayacağına dair, her bir festivalin birer karar metni yayınlamasını talep etmek sanıyorum en büyük hakkımız.
Bunu festivallere yaptıracak olan elbette sinemacılardır. Böyle bir ortak duruş ihtiyacında uzun metraj kurmaca film ekipleri belgesel sinemacılar ve kısa filmcilerle aynı yolda yürümeyi talep ederler mi ya da böyle bir şey tartışmaya açılır mı, zaman gösterir.
Bu yazıdaki katkısından dolayı Emre Yeksan’a teşekkür etmek istiyorum. Çözüm önerilerimiz birebir aynı olmasa da arayışlarda ortaklaşmak ve meseleye hak temelli yaklaşmak, bize biçilen rolleri oynamaktan çok daha faydalı olacaktır. Hem kendi kişisel tarihimiz hem de Türkiye sinemasının ileriye bırakacağı tarih açısından…
Dilerim gerçekten sonunda gerçek sonuçlar alabileceğimiz, işin magazin malzemesine dönüşmediği bir tartışma zemini yaratabiliriz.
Emre Yeksan’ın da cevabında belirttiği gibi; Adana’daki gibi durumların nasıl ele alınması gerektiğini ve buna karşı nasıl tavır geliştirebileceğimizi tartışabiliriz. Bunu yapmadığımızda “Festivallerimiz bizi neye sevmedi?” diye yakınmaktan öteye gitmemiz zor.
*31. Adana Altın Koza Film Festivali ödül gecesi
** Sinemacılardan 31. Altın Koza Film Festivali Yönetimine Açık Mektup https://drive.google.com/drive/folders/1n-ygATnVOOWl_aMC5tcNAzsdzSon6cDC
***Festivaller Ne İşe Yarar? – Emre Yeksan https://vesaire.org/festivaller-ne-ise-yarar/
(KA/EMK)