Çalıştığım işyeriyle oturduğum yer arasında bir hayli mesafe var. Her sabah yedi gibi kalkar, akşamdan hazırladığım sandviçimi hemencecik su kaynatıp oluşturduğum sallama çayla birlikte yerim. Saat dokuz gbi işyerinde olmak zorundayımdır. Nerede mi çalışıyorum? Özel bir şirketin pazarlama bölümünün kayıt işlerini yapıyorum.
Çalıştığım şirketin dönemsel bağlantılarına göre pazarladığı şeyler değişir. Geçen yıl örneğin ev tekstili ürünlerinde ev kadınlarının talebiyle büyük bir patlama yapmıştı bizim patron. Bu yıl işler biraz kesatlaştı. Bu yüzden patronun zaman zaman anlamsız öfkelerine maruz kalıyorum. Şu sıralar hiç ayağım çekmiyor. Sanki işe değil, ölüme gidiyorum.
Tam saatinde, yani dokuzda işyerinde olmalıyım. On dakika geç kalsam, o gün kötü geçecek demektir. Patronun ara ara gelip gözlerini bulunduğum masaya dikerek, yargıç edasıyla eksik kayıtlar var mı diye sormasını geçtim, yan masada oturan benden on yaş büyük, iki çocuklu sevimsiz adam bile yeter günümün kötü geçmesine. Geçenlerde yine sırıtarak, "bugünlerde çok gecikiyorsunuz. Biliyorsunuz krizden dolayı herkesi işten atıyorlar. Ben yarım saat önce geliyorum bu yüzden. Sizin maşallah tuzunuz kuru galiba" dediği anda gırtlağına sarılmamak için güç tutmuştum kendimi. Niye ona açıklama yapmak zorunda kalmıştım ki, bu yüzden kendimi ne kadar cezalandırsam azdır.
Bazen kendimi anlamıyorum tutup da ona, 'ama karşıda oturuyorum. Bazen trafik tıkalı oluyor. Bir otobüsten inip, diğerine binmek zorunda kalıyorum. O da tam saatinde gelmiyor.' Sanki bilmiyorlar nasıl geldiğimi. Bu sabah işe gitmesem ne olur sanki. Yorganı kafama çekip, akşama kadar uyusam. Gece olsa, yine uyusam. Zaman kavramını yitirsem. Otobüse binerken birbirini iteleyen insanları görmesem. Bir kere olsun boş otobüse rastlamadım ki. Kışın neyse de, yazın insanlara yapışmak korkunç işkence. Otobüsleri yenilemişler sözde, klimalı olsa ne yazar! O kalabalığa klimamı dayanır (!) Hiç hissetmiyor insan klimanın etkisini. Ter kokuları da cabası.
Otobüsü benim için durdurdu...
Bir kaç gündür kafamı meşgul eden birisi var. Açık söyleyeyim şu bir kaç gündür ne yolu ne otobüsün kalabalığını önemsiyorum artık. Kaç yıldır aynı otobüse biniyormuşuz da haberim olmamış. Geçenlerde, evden çıktım koşturuyorum, tam durağa yanaşmıştım ki, bineceğim otobüs yolcularını almış, gitmeye yeltenmişti. El kol hareketleri yapmama rağmen şoför beni görmüyordu. Ama o beni gördü. Şoföre beklememi söyledi.
Bütün bunları dışarıdan nasıl izledim ben de bilmiyorum. Sonunda otobüse bindim. İşin tuhafı otobüs o gün her zamanki gibi kalabalık değildi. Benim için otobüsü durduran genç adamın oturduğu koltuğa yanaştım, teşekkür ettim. Yanına oturdum. Daha doğrusu yanına oturmamı istediğini fark ettim. Kıyafeti bana garip gelmişti. Şimdiye kadar alışık olmadığım bir görüntüsü vardı. Ondokuzuncu yüzyıl aristokratlarına benziyordu. Son derece nazik bir tavırla "teşekkür etmenize gerek yok" dedi.
Çok derin bakışları vardı, ince, esmer, uzun denilecek biriydi. Yalnız, durarak konuşuyordu. Hatta dalgındı diyebilirim. Yine son derece nazik bir edayla "ben sizi tanıyorum ama şimdi resmen tanışmış olduk" dedi. İsmi 'Gregor'muş; Gregor Samsa! İsmini söyleyince bir an durdum. Azınlıklardan biri olduğunu düşündüm. Ama birden kafamda şimşek çaktı. Gülerek, 'yanlış anlamayın ama bana Kafka'yı çağrıştırdınız' dedim. Aramızda -kısa olsa da- benim için uzun denilecek bir sessizlik oldu. Zira onun hemen cevap vermemesinden büyük bir çam devirdiğimi düşünüyordum. Bir anda yüzüm kırmızıya kesmiş, terlemiştim. Tanımadığım birine, bir yabancıya daha ilk andan neler diyordum. Ama beklemediğim cevap beni daha çok şaşırttı: Gerçekten de O, Kafka'nın karakteri Gregor Samsa'ymış.
Üstelik, yıllardır onunla aynı otobüslere biniyor, aynı şekilde koşturuyormuşuz. O da benim işyerimin yüz metre ilerisinde bir firmada muhasebeci olarak çalışıyormuş. O sabah büyük bir sıkıntıyla kalkmış, üstelik kahvaltı da yapmamıştım. O sabah, bilinmez bir yerlere gitmek istemiştim. Nerede inceyse oradan kopsun tavrı içindeydim. İşte o sabah böyle bir tanışma yaşamam içinde bulunduğum ruh durumunun bana bir oyunu olabilirdi. Gregor Samsa ve Kafka. Kendimi mi kandırıyordum (?) Zaman nasıl geçti anlamamıştım. Otobüsten birlikte indik. O ağır ve isteksiz adımlarla yanımdan ayrılmadan önce, "yarın sabah görüşürüz" dedi. İşte bir kaç gündür salt onunla karşılaşmak için büyük bir heyecanla kalkıyordum yataktan. Taa ki, düne kadar.
Gregor ayaklarımda geziniyordu...
Dün neler mi oldu? Her şeyden önce şunu bilmenizde yarar var, artık işe gitmiyorum. Bir böcekle kırlara gidiyorum. Üstelik, çirkin bir hamam böceğiyle. İnanın, bütün bunlar yaşadığım kölelikten bin kat daha iyi. Artık, kalabalıklar üstüme üstüme gelmiyor. Her an işten atılma korkusu yaşamıyorum. Çalıştığım yeri çekemeyen, işe yarım saat önce gelerek patronun gözüne girmeye çalışan iş yerimdeki çalışanları da görmemekten acayip mutluyum.
Yo, ben böcek olamadım henüz. Gregor böcek oldu. Onun deyimiyle, zaten böcekmişiz, yani ben ve üstüme üstüme gelen kalabalıklar. İsterseniz başa döneyim. Dün sabah kalktım, -çünkü Gregor otobüse binmeden durakta buluşalım demişti- çabucak giyinip, hemen durakta aldım soluğu. Ama Gregor'u göremiyordum. Her zaman bindiğim otobüs çoktan gitmişti. Ben Gregor'u bekliyordum. Gelecekti mutlaka.
Meğerse Gregor da benden önce gelmiş beni bekliyormuş. Ayağımın çevresinde hızla dolaşıp, bacaklarıma tırmanmaya çalışan hamam böceğini görünce küçük bir çığlık attım. Sonra, Gregor'un sesini duydum. "Korkma ben Gregor Samsa" dedi. Bir çığlık daha atıyordum ki, "sana her şeyi anlatacağım lütfen sakin ol. Beni al ıssız bir yerlere götür" dedi. Bazen huzur bulmak için gittiğim denize yakın bir çay bahçesi olan o yere götürdüm onu. Bütün gün orada oturduk. Anlatacaklarını büyük bir merakla dinlemek için sabırsızlanıyordum. Oraya varıp, oturduğumuzda, 'nasıl oldu Gregor? Niye böcek oldun?' dedim. "Sorma" dedi.
'Sabah uyandığımda....'
-"Bu sabah uyandığımda böyle buldum kendimi.Bir zırh gibi sertleşmiş sırtımın üzerinde yatıyor, başımı biraz kaldırınca yay biçiminde katı bölmelere ayrılıp bir kümbet yapmış kahverengi karnımı görüyordum; karnımın tepesinde yorgan, her an kayıp tümüyle yere düşmeye hazır, ancak zar zor tutunabilmekteydi. Vücudumun kalan bölümüne oranla acınacak kadar cılız bir sürü bacakçık, ne yapacaklarını şaşırmış, gözlerimin önünde aralıksız çakıp sönüyordu. Bana da ne oldu böyle? diye düşündüm Hayır! Düş falan değildi. Odam, biraz fazla küçük olmakla beraber tastamam bir insan odasıydı ve enikonu aşinası bulunduğum dört duvar arasında sessiz sakin duruyordu. Bir yığın hesap özetleri yayılmıştı masamın üzerine. Gözüm pencereye kaydı; havanın kapalı olduğunu anlayınca - çinko denizlik üzerine düşen yağmur tanelerinin tıpırtısı işitiliyordu - enikonu bir hüzün çöktü içime. En iyisi biraz daha uyuyup bütün bu sersemce düşünceleri unutmak, diye geçirdim içimden. Ancak, hiç de gerçekleşecek gibi değildi bu; çünkü sağıma yatmaya alışmıştım, oysa şimdiki durumumda sağ tarafıma bir türlü dönemiyordum. İstediğim kadar güçlü bir hamleyle kendini o tarafa atayım, her defasında sallanıp sallanıp yine arka üstü düşüyordum. Belki yüz kez denedim, havada debelenen bacaklarımı görmemek için gözlerimi yumdum; ama sonunda böğrüme şimdiye dek asla duymadığım hafif ve künt bir ağrının saplandığını hissedip vazgeçtim.
Sürekliliği olmayan ilişkiler...
-'Hay Allah!'-diye düşündüm. 'Ne zahmetli bir meslek seçmişim kendime. Gün yok ki, yolda olmayayım. Burada, firmadaki asıl işler, gezilerde katlandığım kadar telaş ve tedirginlikle dolu değil. Üstelik bu baş belası yolculuklar; aktarma otobüslerini kaçırmamak için çektiğim sıkıntılar, rasgele yenen berbat yemekler, boyuna değişik insanlarla düşüp kalkmalar, asla bir süreklilik, asla bir içtenlik kazanamayan ilişkilerim. Şeytan görsün hepsinin yüzünü!' Ansızın yukarıda, karın bölgemde hafif bir kaşıntı duydum; başımı daha iyi kaldırıp bakmak için, sırtüstü yavaş yavaş karyolanın ayağına yaklaştım. Kaşınan yeri gördüm derken; baştan aşağı küçük ve beyaz noktacıklarla örtülmüştüm. Noktacıkların ne olabileceği konusunda karara varamadım, bir ayağımla söz konusu yeri yoklamak istedim, ama hemen yine vazgeçtim; çünkü daha ayağımı dokundurur dokundurmaz, bütün vücudumu bir ürperti kaplamıştı.
Sırtüstü kayarak eski durumumu aldım. 'Sabah erkenden bu yataktan kalkmalar yok mu', diye düşündüm, 'adamı büsbütün serseme çeviriyor. İnsan dediğin uykusunu alacak. Patronlara yakın büyük firmaların muhasebecileri bir haremdeki kadınlar gibi yaşıyor tıpkı. Örneğin, müşterilerden aldığım siparişleri firmaya iletmek için, kaldığım otele öğle öncesi bir ara döneyim desem, bu beyleri henüz kahvaltı masasının başında görürüm. Ama sen gel de, bizim patronun karşısında böyle davran; hemen kapı dışarı edilirsin. Ama kim bilir, belki kapı dışarı edilmek benim için hepsinden hayırlısı olurdu. Hani anne ve babam olmasa, çoktan bırakmaz değildim bu işi. Patronun önüne geçip dikilir, ne düşündüğümü bütün açıklığıyla yüzüne karşı söylerdim. Diyeceklerimi işitmeye görsün, kesinlikle düşüp kalırdı yere. Sonra masasının üzerine o ne acayip oturuş öyle, yanında çalıştırdığı kişilerle o ne yüksekten konuşma! Üstelik kulakları ağır işittiğinden, konuştuğu kimse hemen burnunun ucuna kadar kendisine sokulmak zorunda. Ancak yine de umudumu büsbütün yitirmiş değilim. Anne ve babamın firmaya borcunu bir yol ödeyecek parayı biriktirdim mi - ki bu da beş, altı yıl sürer daha -, aklımdan geçirdiğim şeyi kesinlikle gerçekleştireceğim. O zaman görsünlerdi bakalım! Ama yataktan çıkmam gerekiyor şimdi, otobüs sekizde kalkıyor' bunları düşünüyordum habire.
Mutsuz yüzler...
- Komedinin üzerinde tik tak edip duran saate bir göz attım. 'Hay Allah!' diye geçirdim içimden. Saat yedi buçuktu ve göstergeler habire ilerleyip durmaktaydı. Hattâ yedi buçuk da geride kalmıştı şimdi, nerdeyse sekize çeyrek vardı. Yoksa çalmamış mıydı saat? Altıda çalması için saatin gereği gibi kurulduğu yataktan görülebiliyordu ve çaldığına da hiç kuşku yoktu. İyi ama, odadaki bütün eşyayı zangır zangır titreten zil sesini işitmeyerek uyuyakalmış olabilir miydim? Doğru, rahat bir uyku uyuduğum söylenemezdi; ancak rahatsızlığım kadar deliksiz bir uyku uyumuştum anlaşılan. Peki, şimdi ne yapacaktım? Bir sonraki otobüs saat sekizdeydi ve bu otobüse yetişmek istiyorsam iki ayağımın bir pabuca girmesi gerekiyordu. Üstelik hesap özetleri daha tamamlanmamıştı; ayrıca bir kırıklık, bir halsizlik vardı üzerimde. Hem otobüse yetişsem bile, patronun paylayıcı sözlerini işitmekten kaçınılacak gibi değildi; çünkü şirketteki yardımcım kuşkusuz sekiz otobüsünde beni beklemiş, gelmediğimi görerek durumu çoktan patrona rapor etmişti. Patronun, zekâ denen şeyden nasibini almamış kişiliksiz bir uşağıydı adam. Peki, hastalandığımı haber versem? Ama bu da alabildiğine tatsız bir şeydi, kuşku uyandırmaktan öte bir işe yaramayacaktı; çünkü beş yıldır bu firmada çalışıyordum ve bu beş yıl içinde bir kez olsun hastalanmamıştım. Kuşkusuz, patron hemen sigorta doktorunu yanına alıp gelecek, anne ve babama benim tembelliğimden yakınacak, bütün karşı görüş ve itirazları, daha ağızdan çıkar çıkmaz doktoru tanık gösterip geri çevirecekti. Öyle ya, sigorta doktoru için insanların hepsi sapasağlamdı, işten kaçarlardı yalnız. Ama şimdi benim durumumda böyle düşünmekte pek de haksız sayılmazdı doktor."
Çıt çıkarmadan Gregor'u dinliyordum. Sanki beni anlatıyordu. Daha bir kaç gün önce tanıdığım bu adamla ne çok ortak yönümüz vardı. Yıllarca birbirimize değmeden nasıl aynı yolları gidip gelmiştik. Ama onu bulduğum anda da böcek olmuştu işte. 'Gregor' dedim. 'Şimdi ne olacak?' O da ben de uzun bir süre konuşmadık. Akşam olmuştu. Bulunduğumuz yerden kalabalıkların uğultusu geliyordu. İşlerinden dönen insanlar, vapurlardan, otobüslerden sel gibi yollara akıyordu. Akşamın da etkisiyle kara bir kalabalık sarmıştı etrafımızı. Ama yüzleri, alabildiğine asılmış, mutsuz yüzleri seçebiliyorduk. Birbirimize baktık...
(AS/EÜ)
(İTALİK dizilmiş bölümler Franz Kafka'nın "Değişim" kitabından alıntıdır.)