Kendini arayan yazarın yolculuğunda yanındaki olmak, okuyucunun görevidir. Yazar yalnız kalmayı direttikçe okuyucunun bilinçli olarak bu yalnızlığa ortak olma çabası, ne yazarı yalnızlıktan kurtarır ne de okuyucunun içinde debelendiği yalnızlığına çare olur.
Zaten kimse, kimsenin yalnızlığını alamaz.
Bakmayın siz! Şu durmadan karşımıza çıkan slogan gibi söyleme;
“Ben yalnız kalmak istiyorum.”
Yalnız kalmakla, yalnız olmak farklı durumlardır. Yani öyle olmalı. Bunca kalabalık içinde karşımıza çıkan hem kendimizden, hem okuduklarımızdan, hem de henüz dahil olamadığımız o hayalini kurduğumuz gelecek içinde rahatlıkla diyebiliriz ki; insanı bekleyen bir yalnızlık hep vardır. Yalnızlığın çoğullaşmış halini yaşıyor olmamız ne yazık ki, bu sonucu değiştirmiyor. Nüfusu yirmi milyona dayanmış bir şehirde göze batan en yalın gerçeklerden biri de yalnızlıklar.
“Yalnızlıklar” deyince; Hasan Ali Toptaş’ın kitabına değinmeden geçmek olmazdı. Kitaplığın ikinci rafında altı çizilmiş bir cümle, “anılarımız çoğaldıkça yalnızlığımız büyüyor”. Belki daha çok şey yazılabilir üstüne ama aslında Kafka’nın babasına yazmış olduğu mektubu anlatmak istiyorum .
Yalnız bir yazarı anlatmak için yalnızlığın bizdeki yüzüyle başlamak istedim.
Franz Kafka 3 Temmuz 1883’te Prag’da Hermann ve Julie’nin altı çocuğundan ilkidir. İki erkek kardeşinin daha bebekken, üç kız kardeşinin de Yahudi toplama kamplarında öldüğü biliniyor. Çocukluğu kötü geçmiş Kafka’nın babasıyla yaşadığı sorunlar bütün yazın hayatını etkilemiştir. Bir sabah uyanınca böceğe dönüşen Gregor Samsa, (Dönüşüm) sebebini bilmediği bir suçtan dolayı dava edildiğini öğrenen Joseph K. ( Dava), babasının hayatındaki etkisini gösteren karakterlerdir. Benlik algısında oluşan kırılma, kendini otorite karşısında böcek gibi görme ve suçluluk psikolojisi.
Bunlardan dolayı olsa gerek babasına bir mektup yazar. Sayfalarca süren bu mektubu asla göndermez. Bu mektup, baba Hermann Kafka'nın okuması için mi yazılmıştı? Bununla ilgili bir bilgi de yok!
Mektup, Kafka'nın ölümünden sonra yayınlanır. Diğer bütün yazdıkları gibi mektubun yakılmasını ister. Fakat arkadaşı Max Brod hepsini ölümünden sonra yayınlar. “Babaya Mektup” 1953’te piyasaya çıkar.
Mektubun gerçek ve kurgu arasındaki belli olmayan tarafları, tercümenin bir metni saf bir şekilde dönüştüremeyeceğine yönelik eleştirileri de göz önünde tutarak; Kafka'nın toplumsal kontrol sistemlerine karşı edindiği tepkinin anayurdu; babasıyla yaşadığı o çocukluk evinden başka bir yer değilmiş meğerse!
Bir yazarın sanatı, insanları gözlemesini bilmekten ibaret değildir. Kendini arayan Kafka'nın yaşamış olduğu o nefret, suçluluk psikolojisi, kendini ötekileştirme... Bu duygular Kafka'nın bütün eserlerinde göze çarpar.
Sevdiği kadınla evlenmediğinde de, bir böcek gibi uyandığında da, babasının sözlerinin etkisi vardır. Babasıyla sakin bir şekilde anlaşamamak beraberinde birçok sonuç getirir. Yazın dünyası için bir miras, başarı ve ruhu olan sözcükler.
Ama aslolan, bizleri de alet ettiği o acı yok mu?
Olması mümkünken olmamış “iyiler” bütün hepsinin bir araya geldiği o çözülme haliyle içindekileri yazdığı o mektuptan bir bölüm:
“Konuşma yeteneğimi kaybettim. Hiçbir zaman büyük bir konuşmacı olamayacağım belki de, ama en azından normal insanlar gibi akıcı konuşabilirdim. Ama sen daha küçükken bana konuşmayı yasakladın. ‘Tek bir itiraz yok!’ tehdidin havaya kalkan elle birleştiğinden beri bu görüntü yakamı bırakmıyor.”
Yazarın yalnızlaşan dünyasında onunla olmak; özlemlerini, nefretini, suçluluk duygusunu hissediyor olmak sözcüklerin yerli yerinde kullanılmasından fazlası olabilirdi.
Sözleri ve yargılarıyla ne tür acılara neden olduğunu bilmeyen babalar!
Cevap veremiyor olmanın o yıkıcı zor zamanları çocukluk!
Zaten cevap verilse de herhangi bir kırılmanın ortadan kalkmayacağı sadece kulakların duyacağı kadar da bağırmış olmanın daha da yalnızlaştıracağı o boşluk halinden başka bir şey değildir. Çünkü bir sorunu dile getirmek o sorunun yarattığı yıkımı ortadan kaldırmaz. Hatta çoğu zaman bundan ötürü yeni bir sorun da oluşur. Suçluluk!
Bütün bu durumları en derinden yaşayan ve yaşadıklarını yazmış olan Kafka’yı okurken kendimizden bir şeyler buluyor olmamız bizi de o yalnızlığın parçası yapar. Çoğullaşan yalnızlık! Çoğullaşan nefret! Çoğullaşan acı!
Disipline edilmeye çalışılan çocukluğun mutsuz, umutsuz, güvensiz bir yetişkinliğe evrilmesinin sonuçlarını sadece bireyin kişisel sorunu olarak görmek, birbirimize değerek yaşadığımız yaşamda kaçışı mümkün olmayan hepimizin ortak yarasıdır artık.
Günümüz insanının gereğinden fazla kullandığı umutlu, mutlu; görüntülerin, sözcüklerin kendimizi kandırmaktan başka bir şey olmadığını da biliyoruz aslında.
Şimdiki halimize yani bu kıvama gelmiş olmamızda, ilk ustaların, ustalık takıntısı olanların payının olmadığını söylemeyi isterdim.
Kafka bunu mektuba yazdı. Dengesizliğini, şüpheciliğini, çaresizliğini, sevgisizliğini…
Kitap okuma listelerinde ön sıralardaki durumunun bir nedeni de bu acının paydaşlarının fazla olması da olabilir mi?
Birde durumun sevgisiz babalarla geçen sevgisiz çocukluk yıllarının kişiyi ve başkalarını etkileyecek kadar raydan çıkması vardı ki, bu çoğu şeyin farkedilmediği zamanlar için sıradandı. Çünkü çoğunluk yüzeye diker gözünü. Butona ilk basacak olanı bekleyen derinlik, sonrası içinde pek iç açıcı şeyler yazamayacağım. Hepimizin büyüdükçe daha da yaklaştığı bir bahçe vardı. Çocukluğumuz!
Tıpkı Şükrü Erbaş’ın şiirinde gezen o baba hayaleti gibi; Hesaplaşamadığımız.
Şükrü Abi, ona böyle seslenmek onun sözcükleriyle kurmuş olduğum ahbaplığa dayanır.
Babasının yalnızlığını farkettiğinde onu sessizce sevmeye başlamıştı.
Yine de çocukken alna konulmamış bir öpücüğün yerini hiçbir bilginin dolduramayacağını ekleyerek.
“İnsan beş çocuğundan birisini, bir gün olsun kucaklamadan, bir güzel söz söylemeden aynı evin içinde, aynı bahçelerde, aynı avluda nasıl yaşar?“
Ne zaman Kafka'nın babasıyla yaşadığı yorgunluğu okusam; Şükrü abinin bu sözcükleri kulaklarımda çınlar.
Yine Kafka’ya dönersek Milena’ya yazdığı mektuplara değinmeden geçtiğim için aşkın gazabına uğrayabilirim.
“Ah Milena! Denize düşmüşüz sanki, elimizde olmadan oradan oraya sürükleniyoruz. Boğulmuyorsak bu da kötülük olsun diyedir. “
Kafka 3 Haziran 1924’te kırk yaşında akciğer kanserinden hayata gözlerini yumar. Annesi ve babası kendisinden sonra ölürler ve Kafka'nın mezarına defnedilirler.
***
* Babaya Mektuplar, Franz Kafka,Maviçatı Yayınları, 2017, Çeviri, Derya Öztürk
* Eşik Burcu-Bütün Yazıları -3 , Şükrü Erbaş, Kırmızı Kedi Yayınevi 2015
* Milena’ya Mektuplar, Franz Kafka, Çeviri, Esen Tezel, Can Yayınları, Aralık 2013
* Yalnızlıklar, Hasan Ali Toptaş, İletişim
***
Photoillustration Tablet Magazine; insect Shutterstock