Tren yollarının hayatımda özel bir yeri var. Onlarla birarada geçti çocukluğum. Uykularım, okuduğum kitaplar, trenlerin keskin sesiyle hiç bölünmezdi. Bölünmek ne kelime, okuduğum klasiklerde anlatılan hayatların dönüm noktalarını belirleyen trenler, hemen oracıkta gerçekliğe bürünüverirdi.
Oturduğumuz ev, tren yoluna yakındı. Sıra sıra dizilmiş kavak ağaçlarını, o ağaçların arasından da geçen trenleri her gördükçe, içimde sevince benzer bir kıpırtı yaşardım. Belli aralıklarla geçerdi trenler. Çoğu yük vagonlarıydı. Onları seyrederken, yük vagonlarının bir an önce geçip gitmelerini ister, ardından gelecek yolcu trenlerini beklerdim. Seyrek evleriyle, serin kavak ağaçlarıyla, rayların boşluklarını dolduran çakılımsı taşlarıyla, pastoral bir görüntü sunan demiryolunu izlemek çok hoşuma giderdi. Üzerinden geçip giden trenleriyle, bizim mahalleye düşsel bir görüntü bırakırdı yakınımızda bulunan demiryolu,
Bu düşü, tıkış tıkış binalarla dolu yeni evimize taşındıktan sonra da hep sakladım. Artık, tren istasyonlarına gitmeyi alışkanlık haline getirmiştim. Çoğu kez, koşuşturan banliyö yolcularının arasında tek tük ilgimi çeken tipler olurdu. Onları izlemek, hikâyelerinin peşine takılmak isterdim. Akbilimi turnikede okutup, istasyona girerdim her zamanki gibi. Hep kavak ağaçları olurdu bulunduğum istasyonda, hafif bir esintiyle "ıslık çalar"lardı. Yine rayların boşluklarını dolduran çakılımsı taşlar, yine gitmek üzere olan insanlar. Her ne kadar çocukluğumdaki demiryolları gibi aynı olmasa da, yaşadığım duygu hiç değişmiyordu. Taa ki, son gidişime kadar.
Ondokuzuncu yüzyıl Rusya'sı...
Henüz hava kararmamıştı, kalabalık yine koşuşturma halindeydi. Yoğun insan seli arasında, görünüşünün aykırılığı ve kararsız davranışlarıyla bir kadın gözüme ilişti. Bir film çekimi için orada bulunuyor olabilirdi. Albenili şapkası, tül eldivenleri, kat kat uzun görkemli elbisesi, zarif, yavaş hareketleriyle bu kadın, hoyrat kent ritminin, üstelik de birbirini iteleyererek yolunu açmaya çalışan kalabalığın içinde ne arıyordu?
İçinde Tolstoy'un da olduğu, on dokuzuncu yüzyıl Rusya'sında geçen bir olayın canlandırılması yapılıyordu belli ki. Kadının görünüşünün, kıyafetinin yüzyıllar öncesini akla getirmesinde şaşılacak bir şey yoktu da, Tolstoy ve Rusya'yı da nereden çıkarmıştım (?)
Sadece bunları düşünsem iyi, bu düşüncelerimin ardından Anna Karanina diye, kadının ismini de mırıldanmaya başlamıştım. Ama, benden başka Anna Karanina'yla kimsenin ilgilenmediğini fark edişim, gördüğüm şeyle ilgili kuşku duymama neden olmuştu. Aslında her türden insan görüntüsüne alışık olan bu kentin insanlarının Anna'yı fark etmemesinde bir gariplik yoktu. Kesin onlar, son zamanlarda fazlalaşan film çekimlerine yormuşlardı Anna'nın oradaki varlığını. Ben de öyle sanmamış mıydım! Bütün bunları düşünürken, bir iki tren de gelmiş, yolcularını alıp gitmişti. Anna ise, her defasında binecek gibi yapıyor, sonra geri dönüp, yanımdaki banka oturuyordu.
Onun her hareketini izliyordum. Ne yapmak istediğini de biliyordum:
Tren gelmek üzereyken rayların üzerine atacaktı kendini. Tabii, ben de engel olacaktım. Niyetimi anlamış olmalıydı ki, sözüm ona, çaktırmadan beni izliyordu. Bense, onu buraya getiren nedenleri, Wronsky'le yaşadığı aşkı düşünüyordum.
Bu esnada çok önemli bir şeyi de fark etmiştim. Çoğu kez karlarla, bazen de sonbahar yapraklarıyla bezenmiş tren istasyonları neredeyse hepsini okuduğum klasiklerin vaz geçilmez imgesi değil miydi? Bunun hayatımdaki önemini daha iyi kavrıyordum şimdi. Üstelik Anna, rayların üzerine kendini atarak hayatına son vermişti. Onun raylarda sonlanan hayatı için Tolstoy'a da az ilenmemiştim.
Geçen yüzyıllardan gelmiş, şimdi de...
Ama şimdi mucizevî bir durum yaşıyordum. Anna yanı başımdaydı ve ben Tolstoy'un Anna'ya uygun gördüğü sona engel olacaktım. Yalnız içimden bir ses, "sen yüzyıllar öncesinin trajedileriyle ilgileneceğine, yaşadığın çağa bak. Üçüncü sayfa haberlerinde her gün Anna gibi, hemen hemen benzeri ya da değil birçok nedenle hayatına kıyan yüzlerce insan ve kadın var."
Niye yalan söyleyeyim, hiç duymazlıktan geldim bu sesi. Beni sadece Anna ve temsil ettiği yaşam ilgilendiriyordu o an. Sanki Anna'ya engel olursam, benzeri trajedilerin önüne geçecekmişim gibi hissediyordum. Belki insanların bugünkü kaderi geçmişteki kaderlerin izlerini taşıyordu. Geriye gidip, bir şeyleri düzeltebilirdim. Bu benim için önemli bir fırsat olabilirdi. Neler saçmalıyordum böyle!?
Ben bunları düşünürken, Anna'nın benimle konuştuğunun sonradan farkına vardım. Bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Yüzündeki ağlamaklı ifadeyle şöyle diyordu:
-"...biliyorum, beni küçümsüyorsun. Bakışlarından, beni izlemenden belli. Sen de, Kitty ve diğerleri gibi benim düşmüş, ahlaksız bir kadın olduğumu düşünüyorsun. Sadece sen değil, az önce trene yetişmek için koşuşturanlar da böyle düşünüyorlardı. Beni hiç önemsemeden geçtiler yanımdan. Bakmaya bile tenezzül etmediler. 'Şuna bak, yaşadığı çağdan kalkmış taa buralara kadar gelmiş. Utanmadan şimdi de buralarda sürtüyor' diye içlerinden konuştuklarından adım kadar eminim."
Nasıl şaşırdım ve bir o kadar da üzüldüm anlatamam. Sözcüklerimi çığlık çığlığa gelen yeni bir tren kesse de:
-"böyle düşünme Anna, ben seni yıllar öncesinden tanıyorum. Hatta taa çocukluğumdan itibaren. Evimizin yakınından geçen her tren sesi, senin raylarda sonlanan hayatını taşıdı bana. Onu, yani senin yaratıcın Tolstoy'u da sevmeme rağmen bu yüzden çok kızmıştım."
Söylediklerimi duymuyordu. Onun neler hissettiğini görüyor ve izliyordum. Tolstoy'un gözetiminde, Anna'yı takip eden, onu anlatan sesi duydum sonra:
Mutlu değilim sadece...
Wronsky ile aralarındaki ilişkiyi açıkça görebiliyor. Bundan daima kaçınmıştı. 'Benden istediği neydi? Aşktan fazla, gururunu tatmin etmek tabii' Tanıştıkları ilk günlerde söylediği sözleri, yüzünün ifadesini (bir seter köpeğin yüzüne benziyordu) hatırladı... "Evet başarısından gurur duyuyordu sadece. Şimdi gurur duyacak bir şey kalmadı. Benden gurur değil utanç duyuyor artık. Her istediğini aldı. Artık onun hiçbir işine yaramıyorum. Benden bıktı. Ama şerefsiz bir insan gibi hareket etmek istemiyor. Geri dönmemek için benim boşanmamı bekliyor. Belki seviyor beni, ama nasıl? Eski sevgisini kaybetmiş gibi" At üzerinde ilerleyen kırmızı yüzlü bir kâtibi görünce, "Bu adam herkesi kendine hayran etmek istiyor," diye düşünmeye devam etti. "Evet, ondan ayrılsam için için sevinecek..."
Bunu bir olasılık olarak düşünmüyor bir gerçek olarak görüyordu. İnsanların arasındaki bağlar apaçık önüne serilmişlerdi artık.
Benim aşkım gittikçe daha ihtiraslı ve bencil oluyor, oysa o soğuyor... Bu yüzden uzaklaşıyoruz birbirimizden. Yapacak bir şey yok. O benim için her şeydir. Bütün varlığıyla benim olmasını istiyorum. Önce belli bir yere kadar birlikte geldik, sonra herbirimiz kendi yoluna gitti. Bana delice kıskanç olduğunu söylüyor. Ben kıskanç değilim. Mutlu değilim sadece...
Ben onun beni durmadan sevmesini isteyen bir metres olarak kaldıkça davranışları karşısında öfkelenmeye ve önün da canını sıkmaya mahkûmum. Başka bir kadınla ilgilenmeyeceğini Kitty'i sevmediğini biliyorum. Ama bu bir şeyi değiştirmiyor. Sadece kibarlık olsun diye beni sever gibi gözüktükten sonra, ne önemi var. Böyle bir hayat cehennemde yaşamaktan farksız. Uzun süredir böyle zaten. Aşkın bittiği yerde nefret hemen başlıyor. Bu sokaklan tanımıyorum ben... Sokaklar, evler... tepeler... Evlerde bir yığın insan... kayılan ne kadar çok... Hepsi de birbirinden nefret ediyorlar... Neyse benim mutlu olmam için gerekli olan şeyler nelerdir. Boşandığımı, Seryoza'yı aldığımı ve Wronsky ile evlendiğimizi kabul edelim. Alexis Alexandrovitch izin vermiş olsun...' Kocasını düşününce, onun, sanki canymış gibi gözünün önünde belirdiğini fark etti. Aralarında aşk denilen bir duygunun var olduğunu düşününce tiksintiyle sarsıldı. Wronsky ile evlenmiş olsam, Kitty bana başka türlü mü bakacak? Seryoza, kocalarım hakkında soru sormayacak mı?
İki farklı çağın birbirine sarılması gibi...
Anlatıcı ses kesilir gibi olunca, Anna'nın oturduğu banka iliştim ve taa yanına kadar sokuldum. Yüzü sapsarıydı, titriyordu. Nasılsa, raylara doğru hareket ettiği an onu tutacaktım. Bu yüzden onu kendi haline bırakmış gibi yaptım. Varsın içinden geçenleri bir bir ortaya döksündü. Söylediği, hissettiği her şeyi daha önceden duymuştum. Ne kadar zaman, ne kadar tren geçti bilmiyorum. Bir erkek sesi duydum. Sesin sahibi "Anna" diye seslendiğinde, üst düzey şirket yöneticisi olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğim bir adam gördüm. Uzun boyu, seçkin kıyafetiyle tren yolcuları arasında fark ediliyordu. Kulağında tek küpesi olan, saçlarını arkadan bağlamış bu adam bize doğru geliyordu üstelik. Saniyeleri bile bulmayan adamla ilgili izlenimlerimin soruya dönüşmesine fırsat olmadan Anna adama doğru atılarak; "Wronsky, beni nasıl buldun? Geldin demek" demesin mi! Anna neler söylüyordu böyle? Bu adam...? Gerçekten de Kont Wronsky'di gelen. Yanında yapma sarışın genç bir kadın vardı.
Tren yolcuları ise, iki farklı çağın birbirine sarılması gibi, birbirine sarılmış erkek ve kadına şöyle bir bakıyor, ilgilenmeden hızla yollarına devam ediyorlardı.Wronsky'nin Anna'ya, "yarın Avrupa'dan konukları karşılayacağım.. Bakanlarla bir araya gelerek toplantı yapacağız. Bu yüzden bir kaç saat sonra Ankara'ya uçmam gerekiyor" dediğini duydum. Anna ise, "hayır, gitmeni istemiyorum, beni bırakacaksın biliyorum" derken, bir yandan da Wronsky'nin yanında dikilen yapma sarışın kadını süzüyordu. Anna değil de ben, "bu kadın kim?" diye Wronsky'e sormayayım mı! Aslında Anna'nın bu soruyu sormak için can attığını bildiğimden yapmıştım bunu. Ama asıl tuhaf olan, Wronsky'nin hiç yadırgamadan, benim orada oluşum ve sorum çok doğalmış gibi "iş arkadaşım" demesiydi.
Bana ne oluyordu böyle? Anna'dan çok ben bozulmuş gibiydim sanki Wronsky'nin tavrına. Wronsky kadınla birlikte uzaklaşırken, "döndüğümde daha ayrıntılı konuşuruz Anna. Ben gelene kadar kendine iyi bak" demişti. Anna ise kendi kendine konuşuyordu:
-"Yeni bir aşk yaratabilir miyim? Mutluluk olmasa bile bir sessizlik yaratabilir miyim? Hayır hayır, bu imkânsız... Birbirimizden ayrılmışız artık:.Ben onun o benim mutsuzluğumu yaratıyor. Her çareye baş vuruldu..."
İstasyon kapanıyor hanımlar...
Aradan ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum. Ben Anna'yı sakinleştirmekle, ikna etmekle meşgulken, istasyon görevlisi yanımıza gelerek, "bu giden tren sondu. İstasyonu kapatmak zorundayız hanımlar" dedi.
"Hadi Anna" dedim, "gidelim." Söz dinleyen çocuk tavrıyla "olur" dedi.
Bu halini çok dokunaklı bulmuştum. Hemen bir taksiye atlamış eve gitmiştik. Gece yarısını çoktan geçmişti. İkimiz de uyuyacak durumda değildik. Gün ışıyana dek konuştuk. Her ne kadar cevap alamasam da, sorularımın ardı arkası gelmiyordu. Üstelik, sormakla kalsam iyi, cevapları da ben veriyor, bu da yetmezmiş gibi ardından da sosyo-psikolojik analizlerde bulunuyordum.
Örneğin diyordum ki Anna'ya, "sizin yüzyılda evli kadınların birisiyle aşk yaşadığında dışlanması, hayatının allak bullak olması son derece doğal. Üstelik sizler üst sınıfa mensupsunuz, aristokrat yaşamın rahatlığına da sahip olduğunuz için, aşkınızın da büyük bir hüsranla sonlanması son derece normal."
Neler söylüyordum böyle, aşk'ın sınıfsal durumla nasıl bir ilintisi olabilirdi? Tamam, aşk bütün bunların üstünde bir şey değildi. Peki, bu durumda, asıl alt sınıflar mı aşkı yaşarlardı? Yo hayır, bu kesinlikle yaşam biçimiyle, hayatla kurulan ilişkiyle alakalı bir şeydi. Zaten Tolstoy da bu mesajı vermiyor muydu Anna Karanina'da?
Anna susuyor, ben halen konuşmaya devam ediyordum; "taa oralardan kalkıp, buralara kadar geldin. Buralarda da evli kadın ve erkekler aşık oluyorlar ve hiçbir şey olmamış gibi davranıp, hep birlikte geçinip gidiyorlar."
Aslında saçmalıyordum biliyorum. Tolstoy'un derin bakışlarını Anna'nın yüzündeki ifadeyle birleştirdiğimde tokat yemiş gibi oldum.
Sorun sanki sadece evli olan bir kadının yasak ilişkisiymiş gibi yetersiz muhakemeler yapıyordum. Bu sadece Anna'nın sorunu değildi ki. Anna sadece, kökleri derinlerde yatan, insanlığın diğer hallerinden birini temsil ediyordu. Uyuması için dışarı çıkıp, odasının kapısını kapattım. Onu, istasyona geldiği ruh haliyle başbaşa bıraktığımı biliyordum. Ama bir yere gitmeyip, kapının dibine çömeldim.
Tolstoy'un Anna'yı takip etmesi için görevlendirdiği bir anlatıcısı vardı zaten. Olan biteni Tolstoy'a rapor halinde iletirken, ısrarıma dayanamayıp beni de bilgilendiriyordu. Bundan sonra olacaklara birlikte karar verecektik. Nasılsa Anna, buralara kadar gelmişti.
Hayatı sefil yaşamak için doğmuşuz...
-"Nerede kalmıştım? Hayatı sefil bir şekilde yaşamak zorunda olduğumuzu, bunun için doğduğumuzu düşünüyordum. Bunu birbirimizden saklamak için sahtekârlık yapıp duruyoruz. İnsan bu gerçeği anladığı zaman ne yapmalıdır?"
Yolcu kadın Fransızca konuşarak, 'İnana akıl verilmesinin nedeni, korkulardan kaçınmasını sağlamaktır,' dedi. Söylediği sözden memnun olduğu belli oluyordu.
Sanki Anna'ya cevap veriyordu. Anna aynı sözleri tekrar ederek kadına baktı. Kadının kocası tarafından anlaşılmamış olduğunu düşündüğünü, kocasının da onu aldatmakta olduğunu farketti. Anna onlara bakarken sanki ruhlarının en gizli yerlerini görüyordu. Ama ilgi çekici insanlar olmadıkları için yeniden düşüncelerine daldı. "Evet, ben de her şeyden korktum ve acı çektim. Akıl bana bunlardan kaçmak için verilmiştir. Bakacak bir şey olmadıktan ve her şeyden bıktıktan sonra neden ışıkları söndürmemeli. Peki, ne yapmalı? Kondüktör niçin koşuyor böyle. Bu genç adamlar neden gülümsüyor ve bağrışıyorlar. Bütün bunlar yalan, düzen, gaddarlık..." Tren istasyona geldiği zaman Anna ayağa kalktı. Perona inerek sanki cüzzamlılardan kaçıyormuş gibi yolcuların arasından sıyrıldı. Bir kenarda durup, buraya geliş nedenini hatırlamaya çalıştı. Daha önce mümkün, gördüğü her şey şimdi ona yapılmayacak kadar güç görünüyordu. Hele peşini bırakmayan bu iğrenç kalabalık içinde oldukça..."
Ona cezasını vereceğim...
"Yanından geçen iki hizmetçi kız onun saç tuvaletine baktılar. Delikanlılar onu rahat bırakmak istemiyorlardı. Yanından geçip yüzüne bakıyorlar, gülümseyerek acayip bir sesle bir şeyler söylüyorlardı. İstasyon şefi gelip trenle gidip gitmediğini sordu. Kvas satan çocuk gözlerini ondan ayırmıyordu. Peronun ucuna yaklaştıkça, "Tanrım, nereye gideceğim ben?" diye düşünüyordu. Sonra durdu. Gözlüklü bir adamı karşılamaya gelmiş olan çocuk ve kadınlar o yanlarına yaklaşınca sustular. Gözlerini onun üzerine diktiler. Hızla yürüyüp peronun bittiği yere ulaştı. Bir marşandiz yaklaşıyordu. Ayaklarının altında toprak sallanır gibi oldu. Kendisini yeniden trende sandı.
Birden, Wronsky'i ilk tanıdığı gün trenin altında kalıp ezilen adamı hatırladı. Ne yapması gerektiğini anlamıştı artık. Raylara götüren merdiveni koşar gibi indi. Trenin geçeceği yerin yakınında durdu. Vagonların alt kısımlarına, zincir ve vidalara baktı. Ön ve arka tekerleklerin arasını tasarlamaya ve tam önünden geçeceği zamanı anlamaya çalıştı. Trenin gölgesine ve kararmış traverslere bakarak,"'Evet tam ortasına atılacağım. Hem kendimden hem başkalarından kaçmış olacağım. Ona cezasını vereceğim" diye düşündü. (AS/SP)
Not: Yazıdaki italik alıntılar Lev Tolstoy'un "Anna Karenina" adlı romanındandır.