Aşağıda anlattıklarım, Emma’nın bana dile getirdiklerinden kaynaklanarak, benim gözlem ve çıkarsamalarımdan -tabii onun anlattıklarını esas alarak- süzüldü.
Tabi siz Emma’nın Arsenik içtikten sonra ölmemiş olduğunu bilmiyorsunuz. Şoka girdiniz değil mi? Ben de bu gerçeği ve sonrasını öğrendiğimde şoka girmiştim. Başa dönersek, Gustave Flaubert, Madame Bovary’i okurlarına tanıştırdığında (1857), Emma adını verdiği kahramanına arsenik içirip, onun kendisini öldürmesini uygun bulmuştu.
İpler Flaubert’in elinde olduğundan Emma’ya fikrini sorma gereği bile duymamış olabalirdi pekala. Flaubert de çıkmaza girmişti aslında. İşler öyle sarpa sarmıştı ki, bizim Emma, önlenemeyecek bir dizginlikte almış başını gidiyordu. Tek çocukları Barthe neredeyse Emma’nın ilgisizliğinden dolayı ortada kalmıştı. Kocası Charles Bovary, eli kolu bağlanmış bir halde karısının mutsuzluğunu izliyordu, ama onu anlayamıyordu.
Emma ne yapsındı peki? Herkes, bütün yüzyılın, kadın-erkek gerçeğinin yükünü Emma’ya yükleyerek ona büyük haksızlık etmemiş miydi? Durağan kasaba yaşamında yeni olmayan, çoktan biçimlenmiş bir dünyayı tanımıyordu Emma. Paris’ten zarif kadın ve erkeklerin esintisi geliyordu sürekli.‘Özgür’ olma güdüsünün altını dolduracak bilgi ve ruhtan da yoksundu. Çevresindeki diğer kadınlar aynı düşleri taşımıyorlar mıydı yoksa? Bir çağ bunalımı mı yaşanıyordu? Eğer öyle ise, diğer kadınlar olsa olsa kurnazdı ve kurallara göre davranıyorlardı. Tabii sadece tahmin ediyoruz bunu. Herkes aynı şeyleri hissetmeyebilir. Bazı insanlar farkında olmadan çağına özgü koşulların kurbanı olur. Daha doğrusu, yanlış ve eksik giden temel şeylerden dolayı bir sapma oluşur, o sapma da bazı insanlara çarpar. Koşullar kurbabanını vermiştir artık. Böylelikle de, bir süre her şey yolundaymış gibi davranılır ve bir süre için sıkıntı kalmaz..
Oysa ki, Emma yaşamını renklendirmek istiyordu. Hımbıl Charles, her akşam eve yorgun argın geliyor, hastalarıyla yaşadıklarını anlatıyor, yemeğini yedikten sonra da yatıyordu. İyi ki de Yonvılle’ye taşınmışlardı. Tostes’te kalsalardı, bütün bunlar da yaşanmayacaktı. İyi ki de diyorum, çünkü; Tostes, Emma’yı arsenik içmesine gerek bırakmayacak bir şekilde yavaş yavaş öldürecekti. Şişmanlayacak, çevrede dedikodusunu yapacağı bir hareket de olmayacağından, boş boş bakışlarıyla çürüyecekti.. Yonvill, çoktandır içinde biriktirdiği özlemlerine karşılık gelen bir iki kişi çıkardı karşısına. Başta Leon’u tabii. Şu Leon başlatmıştı her şeyi aslında.
Sahtekarlar, soylular...
Emma ve Charles, Lonvill’e geldiklerinde, ilk tanıştıkları kişiler, Eczacı Homais ve Leon oldu. Çok sık görüştükleri bu ikili, bütün kasabanın benliğini temsil ediyordu. Başkalarına gerek var mıydı? Homais, Charles’in hastalarından yararlanıyordu. Çıkarını gözeten, sahtekarın tekiydi. Leon da, çapsızın biriydi. Aslında Emma’dan da daha zavallı durumdaydı ya, bakma erkek olması onu kurtarıyordu. O da, zengin, kibar yaşamların düşlerini kurar dururdu.
Sıradan, hiç bir özelliği olmayan, bir avukat katibiydi. Ama, Emma’ya, kocasının kaçırdığı duygusal yakınlığı gösterebilmişti. Adı konmamış, hisler düzeyinde bir ilişki yaşadılar yaşamasına da, sonunda Leon uzaklaşmakta, başka bir şehre gitmekte buldu çözümü. Ne yapsındı Emma? Aşk’ı neredeyse insanüstü, çıkarların dışında, salt samimi duygulardan ibaret bir şey sanıyordu. Düşlediği tüm aşk masalları, okuduğu kitaplara dayanıyordu. O kitaplarda sevilen kadınlar ayrıcalıklı tutuluyor, onlar için her şey yapılıyordu. Bir çiçek gibi davranılıyordu onlara. Soylu, centilmen erkekler, güzel zarif kadınlara aşık oluyor, mutlu, renkli bir hayat sürüp gidiyordu. Emma, böyle biliyordu aşkı. Yaşadığı yüzyıl “zarif “kadınların yerini tespit edip, sınırlarını belirlese de, başka dünyaların olabileceğine dair düşünce kırıntılarını dahi kasabalardaki kadınlara ulaştırmaktan henüz uzaktı.
"Zavallı Charles..."
Flaubert diye bir yazarın bir gün gelip kendisini bulacağını, kendisiyle yaşadığı çağın tüm kadınlarına gerçeği acı bir şekilde öğreteceğini nereden bilebilirdi Emma. Bütün bunları bilseydi, çıkarlarını alt kesimlerden çok önce belirleyen “kibar, soylu” çevreden bir erkeğin ağına düşse bile, büyük bir hayal kırıklığı yaşamazdı elbette. Rudolphe Bounlanger’ler çoktu, onu bulmaları kaçınılmazdı. Sonunda, “yakışıklı, soylu, centilmen” Rudolphe Bounlanger’le ilişkisi başlamış oldu. Genç, güzel Emma, Boulanger’in tam da aradığı biriydi. Emma, öylesine biriktirmişti ki aşkı içinde, Boulanger’e sınırsızca bağlandı. Ama Boulanger, daha başından, bilerek, Emma’yla geçici bir ilişki yaşamış ve Emma’yı terk etmişti.
Zaten son zamanlarda da, sağda solda Emma’nın saflığından, isteklerinden bunaldığını söyleyip, duruyordu. Emma ise, Boluanger’e kaçma teklifinde bulundu. Hatta buna yeltendi de, ama Boluanger’in yerinde yeller esiyordu. Leon gitmeseydi, Emma Boluanger’e yakalanacak mıydı bilemiyoruz. Boluanger’in gidişiyle Emma, arsenik içmeden ölmüştü aslında. Sonra tekrar ayağa kalktı. “Yuva yapan” değil, “yuva” yıkan “dişi kuş” vardı artık sahnede. “Zavallı Charles”, bütün iyi niyetiyle karısına yardımcı olmaya çalışıyor, ne olup bittiğini bütün kasaba anlasa da, o anlayamıyordu. Emma kendini, sefahate ve tüketime vermişti. Kumaşçısına diktirdiği elbiseler, sağda solda harcadığı paralar “zavallı Charles”ı gırtlağına kadar borca batırmıştı. Her hafta soluğu artık, Paris’ten dönmüş ama, ‘feleğin çemberinden geçmiş’ Leon’un yatağında alıyordu Emma. İlişkisinden dolayı Leon’un kariyeri tehlikeye girmek üzereydi. Emma’ya o da yol verdi.
George Sand'ın Emma'dan haberi yok!
Emma, içinde olduğu dünyanın hiç de düşündüğü gibi olmadığını anlayınca... sonucu biliyorsunuz. Ama Emma’nın nasıl bir değişim içinde olduğunu, geçen zaman zarfında birey, kadın ve insan kimliğini ne şekilde yapılandırdığını bilmiyorsunuz. Ama ben biliyordum. Bir türlü son bulmayan kadın-erkek trajedisine duyarlı arkadaşlarım Emma’yla ilişkiye geçmem konusunda yardımcı oldukları için ne kadar teşekkür etsem azdır onlara. Onu gördüğümde, ilk söylediğim şey, ‘ah Emma ne kadar korkuttunuz beni bir bilseniz’ oldu. İşin tuhafı, ilk karşılaşmamızda böylesine samimi davranmam bana da ona da çok doğal gelmişti. Gülümsüyordu, fısılta şeklinde “niye?” dediğini duydum. ‘Biz kadınlar ödüyoruz her şeyin bedelini’ şeklinde anlamsızca laflar ettim.
Niye yalan söyleyeyim son derece baskın bir ses tonuyla bana fazlasıyla hak verdiğini söyledi. Kendine gelir gibi olduğunda, ilk işi, kendisi gibi kurban olmayıp, suların akışını değiştiren kadınları araştırmak olmuş.George Sand’i tanımadığı için hayıflanmış. “Bütün bu vahşiliğin, patriyarka denilen canavardan nasıl beslendiğini de anladım” dediğinde büyük bir hayranlıkla onu izliyordum. Bir tanımlama yapıyordu. Bütün doğru tanımlar ilintili oldukları sorunları zayıflatırdı.Bugünkü bilinciyle dönemin baskın ideolojisine bağlıyordu bütün olan bitenleri Emma; “yaşadığım dönem, kadınlar açısından öyle ağırdı ki, George Sand bile kimliğini gizlemek, kendini erkek olarak tanıtmak zorunda kalmış” dedi. Devam ediyordu ki, cep telefonu çaldı, bir randevusu olduğunu söyleyip, kalkmaya yeltendi. O kalkmadan , bir daha ne zaman görüşeceğimizi sordum. “Ben sizi ararım” dedi.
Emma’nın Sand’le ilgili söylediklerine takılmıştım. Bir iki gün sonra Sand’i buldum. Onca duyarlı yazılarına rağmen Sand’in Emma’dan haberdar olmamasına içerlemiştim bir yandan da. Hikayenin tümünü olmasa da önemli noktaları Sand’e anlattığımda, soğuk bir yüz ifadesiyle dinledi beni.. Emma’dan önce (1804) bir yol açtığına, Emma’yla eş zamanlı olarak (1876) aynı coğrafyada soluk aldığına dair bir şeyler söyledi. Ardından ne soracağımı biliyormuşçasına, “Emma’ya ulaşmak gibi bir kaygım olmadı” dedi. Ama ben yine de, Emma’yı yalnız bıraktığı için ona serzenişte bulundum. Bu kez de, “Ben kendi çıkışımı yaptım sadece” dedi.
Sand’in, Emma’nın olmasa da, Flaubert’in kendisinden haberdar olduğuyla ilgili verdiği bilgi çok da önemli değil. Bundan daha doğal bir şey olamazdı zaten. Ama Emma’nın son kez buluştuğumuzda söyledikleri beni düşündürdü.
Aradan bir hayli zaman geçmişti ama Emma beni aramıyordu. Bir kaç kez telefonunu çaldırdım açmadı. Bir daha aramaya cesaretim kalmamıştı artık. Onun aramasını beklemekten başka çarem yoktu. Umudu neredeyse kesmiştim ki, bir sabah telefonum çaldı, arayan Emma’ydı. Bir kaç saat vakti olduğunu Paris’e uçacağını söyledi. Uçağının kalkacağı havalalanında, bir kafede buluştuk. Oturur oturmaz, “ben bu çağın Bovary’siyim. Hiç yabancılık çekmiyorum, benden buralarda çok fazla” dedi. Bir kez daha içine düştüğüm şaşkınlıkla boğuşmaya başlamıştım. Görüşmemize uzun bir ara vermesi, dile getirdiği bulguyu sağlamlaştırma çabasından mı kaynaklanıyordu? Bu sefer hiç bir soru sormayacaktım. Aramızda bir gerilim oluşacak gibiydi. Her şey bir yana, yaşanan süreçlere hakim bir Emma vardı karşımda.
'Realizm sizi mutlu etti mi?'
"Benim yaratıcım için (Gustave Flaubert) ‘ilk çağdaş realist’ nitelemesi yapılıyor. Belki biliyorsunuz, bu yüzden yaratıcım mahkemeye de gitmiş. ‘Romantizmin idealist yaklaşımına bir tepki’ olarak beni yaratmış. Ama sonra da, yok etmeye çalışmış. Benim arsenik içmem önemli, sonrasında ne olduğu önemli değil. Ölmem gerektiğine yaratıcımla aynı anda karar verdik. Ama zehri içer gibi yaptım sadece, yani içmedim. Sonradan olacakları merak ediyordum. Charles’in üzüntüden öldüğünü söylememe gerek yok. Bütün olanları bir yere gizlenerek izledim. Hiç bir şey umurumda değildi artık. Bir çağın kurbanı olmuştum. İnsanın içinde yaşadığı gerçekliğe göre hareket edememesinin bedeli bu kadar ağır olmamalıydı.
Zengin bir çiftçinin tek çocuğu olarak, iyi yetiştirildim. Müzik, resim eğitimi aldım. Sonra da, bütün hemcinslerim gibi ideal bir evliliğin yolunu gözledim. Biz kadınlara çizilen tek gelecek şekli buydu. Soyluların nasıl yaşadığını biliyordum. Onların görkemli salonlarda yaptığı valslerdeydi aklım. Bir keresinde Charles’la davetli olarak gittiğimiz salonda gözlerini üzerimden alamayan yakışıklı, söylu beylerle karşılaştım. Ben de, salondaki diğer kadınlar gibi soylu, zarif ve güzeldim. Charles, öylece bir köşede durmuş, anlamsızca sırıtıyordu bir düşünsenize.
Onu öyle sırıtır halde gördüğümde, onunla mutlu olamayacağımı daha bir anladım. Yaşadığımız kasabadaki insanlar paradan başka hiç bir şey düşünmeyen, kaba saba tiplerdi. Charles’da onlardan bir parçaydı aslında. Yonville’de oluşumuz Charles’i mutlu ediyordu. Daha fazla kazandığını söylüyordu. Bütün bunlar beni hiç ilgilendirmiyordu. Ben içinde bulunduğum hayatı istemiyordum. Paris’te olsaydım varlığını sonradan öğrendiğim Goerge Sand gibi kadınları tanıma şansım olurdu belki. Aslında ben, biz kadınlar için tasarlanmış evlilik denilen tek yaşam biçiminin hemen hemen ilk sapmalarından biriyim. Bunu daha iyi anlıyorum şimdi. Dünyada ve özellikle de sizin ülkenizde yaptığım araştırmalar bu düşüncemi doğruladı.
Evlilikteki rolleri yüzünden benim gibi mutsuz olan binlerce kadın var halen. Onlarla benim aramda basit bir çağ farkı var yalnızca. Siz realizmi bütün boyutlarıyla yaşadınız da ne oldu? Dünya benden, Madam Bovary’lerden geçilmiyor baksanıza! Romantizm ve Realizm arasındaki çelişki bitmediği sürece ben hiç ölmeyeceğim."(AS/EÜ)