Devrimin izinde, çelişkilerin gölgesinde bir başkent: Lizbon

Öğle vakti, varış noktamız Santa Apolónia’da trenden iniyoruz. 1850’lerde inşa edilmiş bu istasyon, bir geçit gibi; Lizbon’a gelen turistlerle şehirde yaşayanları bir araya getiren bu düğüm noktası, artık bir anlamda hızla değişen kentin bir yansıması.
Kısa bir yürüyüşün ardından Alfama’dayız. Dar ve dik merdivenlerden çıkıp bavullarımızı kalacağımız yere bırakıp sonraki günlerde kahvaltı rutiniyle birleştireceğimiz mahalle turlarına (çoğu zaman da tırmanışlarına) başlıyoruz.
Alfama’da binaları bir kez daha dönüp bakılır kılan rengârenk azulejo’larla birlikte gözümüze hızlıca çarpan bir şey daha oluyor; her köşe başında turist avına çıkmış tuk-tuk’lar. Tuk-tuk’lar, Alfama’nın yokuşlarını tırmanan neşeli renkleriyle bir yandan şehri keşfetmenin modern bir yolu gibi görünse de bir diğer yandan mahalle sakinlerini merkezin dışına iten turistikleşmenin açık bir işareti.
Lizbon’un en eski mahallelerinden biri olan Alfama, tepedeki São Jorge Kalesi’nden başlayıp aşağıdaki Tejo Nehri’nin kıyılarına kadar uzanıyor. Tejo, bu görkemli nehrin İber Yarımadası’nın en büyük suyolu ve tarih boyunca İspanya’nın Toledo şehri ile Portekiz’in Lizbon’u arasında hayati bir bağlantı kuruyor. Bugün, üzerinde yükselen 25 Nisan Köprüsü, hem geçmişle geleceği sembolik olarak hem de şehrin iki yakasını fiziksel olarak birleştiriyor. Ancak Alfama’nın geçmişiyle bugünü arasında bu kadar uyumlu bir ilişki olduğunu söylemek zor.
Avrupa’nın pek çok tarihi mahallesinde olduğu gibi, Alfama da soylulaştırma ve turistikleşmenin yarattığı baskılarla boğuşuyor. 1990’ların sonundan itibaren başlayan ve 2000’lerde hız kazanan dönüşüm, mahalledeki işçi sınıfı ve göçmen topluluklarını tehdit eder hâle gelmiş. Turistikleşmenin kontrolsüz yükselişi kira fiyatlarını uçururken yerel işletmelerin birer birer kapanmasına neden olmuş ve Alfama giderek turistler ile dijital göçebeler için geçici konaklama noktasına dönüşmüş.
Bugün Alfama’nın dar sokaklarında yükselen Airbnb daireleri ve butik oteller, mahalleyi ziyaret edenler için bir “cazibe merkezi” yaratırken, mahalle sakinleri için bir çıkmaz sokak oluşturuyor. 2019 yılında yayımlanan bir makaleye göre, Alfama’daki emlak stokunun %35’i turistik konaklamaya tahsis edilmiş. Günümüzde bu oranın daha da arttığını tahmin etmek hiç de zor değil.[1]
Mahallenin hemen her köşesi, turistlerin ilgisini çekecek Fado mekânları, restoranlar ve kafelerle dolmuş durumda ve bu yeni turistik çehre, Alfama’nın tarihini ve yerel belleğini silme tehlikesini de beraberinde getiriyor. Bu durum karşısında yerel halktan yükselen tepkiler, şehrin bu Airbnb batağından kurtulması yönünde talepleri göz önüne seriyor.
Mahalle sakinleri, kontrolsüz turistikleşmenin sosyal ve ekonomik maliyetlerine dikkat çekerken, turist girişlerinin sınırlanması gerektiği yönünde öneriler de giderek daha sık dile getiriliyor.[2]
Sokaklardan yükselen ses: Fado
Biz şehrin tarihinin peşine düşerken, içinde olduğumuz vakitlerdeki en önemli gündemlerinden biri sokaklarda gürül gürül akıyor. Aziz Anthony’ye atfedilen “Festa de Santo António”, Haziran ayında üç hafta kadar süren bir festival ve esas olarak da Alfama’da kutlanıyor. Alfama’nın dar yokuşlarından çıkarken ızgara balık kokuları, çalan yüksek sesli müziklere karışıyor. Turistlerle yerel halk akın akın Alfama’nın neredeyse tüm sokaklarına yayılan bu festivalde karşılaşıyor. Festivalde güncel popüler şarkılarla birlikte, Portekiz’le özdeşleşen müziklere de rastlıyoruz. Tabii Fado, bu müziklerin en bilineni.
Biraz yakınlaşarak baktığınızda Fado’nun Portekiz’in tarihi ile eşgüdümlü bir şekilde sömürgeciliğin karinesini de taşıdığını fark ediyorsunuz. Fado 19. yüzyılın başlarında ortaya çıkıyor, bu dönemde Portekiz’in geçmiş ve süren sömürgecilik deneyiminden doğrudan etkileniyor. Fado’nun müziğinde ve sözlerinde, denizcilerin ve göçmenlerin vatan hasreti (saudade), uzaklara duyulan özlem, kayıp ve melankoli gibi temalar işleniyor. Bu temalar çoğunlukla, Portekizli denizcilerin uzun süreli sömürge yolculuklarından ve bu yolculukların getirdiği ayrılıklardan kaynaklanıyor. Bununla birlikte, Fado’nun ritim ve melodik yapısında Afrika, Brezilya, Cape Verde gibi ülkelerin müzik geleneklerinin etkileri görülüyor. Fado, bir taraftan da hâlâ yaşıyor, sokaklara taşıyor, bu da onu farklılaştıracak imkânların canlı olduğu anlamına geliyor.
Fado deyince akla gelen ilk isim ise Amália Rodrigues. “Fado’nun yüzü” Rodrigues’in hayatı, Salazar ile kurduğu karmaşık ilişki sebebiyle gerçeklerle söylentiler arasında belirsizleşiyor ama Estranha Forma de Vida‘sı, Fado Português‘i sokak aralarında hep kulağımıza çalınıyor. Alfama akşamları Porto şarapları eşliğinde performansların sergilendiği Fado evlerini turistlerle dolduruyor. Alfama’daki Fado Müzesi de Portekiz gitarının gelişiminden nüvelenen bu müzik türünün önemli isimlerini vurgulayarak Fado’nun tarihini anlatıyor; ancak bu anlatının, turistlerin beklentilerine göre şekillendiği hissine kapılmak oldukça kolay.

Fado Bicha: Bu müziğin mirasını, modern queer perspektifimizle birleştiriyoruz
Biz ise Fado’yu ilk kez bir müzik okulunda dinliyoruz. Kadın ve erkek iki sanatçının yer aldığı bu bir buçuk saatlik konser, standart bir paket gibi sunuluyor. Ancak bir akşam Alfama sokaklarında dolaşırken, küçük bir restoranın önünde kamusal alana taşan bir Fado icrasıyla karşılaşıyoruz. Üç kişinin ördüğü bu anlatı, queer sesler içeriyor ve bir araya gelen izleyicileri ortak bir deneyime davet ediyordu. Öte yandan araştırarak bulduğumuz ve son yıllarda sahneye çıkan Fado Bicha gibi queer, feminist ve ırkçılık karşıtı yorumcular, Fado’yu dönüştürüyor. Lila ve João’dan oluşan Fado Bicha, geleneksel Fado şarkılarını ayrımcılık karşıtı sözlerle yeniden yorumluyor. Pop ve elektronik altyapılarla zenginleştirilmiş bu alternatif Fado, Lizbon’un yeni sahnesinin en etkili temsilcilerinden biri. Lisboa, não sejas racista (Lizbon, ırkçı olma) adlı şarkılarında şöyle diyorlar misal:
“Lizbon, ırkçı olma
Sadece turistler gelsin
Ve işgal etsin diye değilsin.”
Fado’nun ezgileri böylelikle bir yandan geçmişi taşırken diğer yandan bugünü dönüştürmenin ve geleceği hayal etmenin yollarını arıyor.
“Hafıza yoksa gelecek de yok”: Aljube Direniş ve Özgürlük Müzesi
Alfama, her ne kadar turizmin odak noktalarından biri haline gelmiş olsa da yalnızca bir turistik merkez değil. Şehrin tarihine ve onunla ilişkilenerek bugünkü hâline yakından bakmanın imkânlarını araştırmak için belirlediğimiz bir hafıza mekânı var aklımızda: Aljube Direniş ve Özgürlük Müzesi. Augusto Rosa Caddesi’nde, Lizbon Katedrali “Se”nin karşısında yer alan bu müze, 25 Nisan 2015’te açılmış. Müze, kendi tanımıyla, diktatörlüğe karşı verilen mücadelenin, özgürlük ve demokrasi uğruna direnişin anısına ithaf edilmiş.
Müzenin adı, Roma ve İslam dönemlerinden izler taşıyan tarihi Aljube binasından geliyor. Arapça kökenli “al-jubb” kelimesi, “susuz kuyu, sarnıç, zindan” anlamına geliyor ve bu bina tarih boyunca bir hapishane olarak kullanılmış. Orta Çağ’da dini hapishane olarak başlayan bu “karanlık serüven”, 20. yüzyılın başlarında kadın hapishanesine ve 1928’den 1965’e kadar da Salazar rejiminin siyasi mahkûmlarını tuttuğu bir yere dönüşmüş.
İçinde bulunduğumuz 2024 yılında 50. yaşını kutlayan Nisan Devrimi için giriş katında düzenlenen sergiden başlayarak müzenin üst katlarına doğru adımlarken aynı zamanda devrim tarihinde de bir yolculuğa çıkıyoruz.
Özgürlüğün rengini bilmeden ölmeyeceğim.
Jorge de Sena
Bu sözler, müzenin koridorlarında yankılanırken, bize yalnızca geçmişin değil, geleceğin de özgürlük mücadelesine bağlı olduğunu hatırlatıyor. Aljube, bir hatırlatma olarak değil, bir çağrı olarak duruyor karşınızda; hafızayı diri tutmanın, geleceği özgürce inşa etmenin ilk adımı olduğunu dile getiriyor.
Portekiz’de 1926’da gerçekleşen askeri darbe, 48 yıl sürecek bir diktatörlüğün başlangıcını işaret ediyor. Coimbra Üniversitesi’nde politik ekonomi alanında öğretim üyesi olan António de Oliveira Salazar, önce maliye bakanlığı görevini üstlenmiş ve mali disiplini ön plana çıkararak iktidar içerisinde güç kazanmış. 1932 yılında başbakanlığa yükseldiğinde ise, Estado Novo (Yeni Devlet) adını verdiği otoriter rejimi kurarak Portekiz’i Avrupa’nın faşist rejimleriyle benzer bir yola sokmuş. Salazar rejimi, İtalyan faşizmi ve Nazi Almanya’sıyla benzer bir dönemde güçleniyor; güçlü bir devlet, baskıcı bir güvenlik aygıtı ve yaygın sansürle ayakta duruyor. Basın özgürlüğünün ortadan kaldırıldığı, işçi hareketlerinin yasaklandığı, siyasi muhalefetin acımasızca bastırıldığı bu rejim, büyük toprak sahipleri ve sermaye sınıfının çıkarlarını korurken, halkın ve işçi sınıfının üzerindeki baskıyı artırarak ekonomik ve toplumsal eşitsizliği neredeyse elli yıl boyunca derinleştirmiş.
Tabii 1930’lar, yalnızca Portekiz için değil, İber Yarımadası’nın tamamı için karanlık bir dönemi simgeliyor. Salazar’ın faşist rejimi güçlenirken, İspanya’da da Francisco Franco ve destekçilerinin seçilmiş cumhuriyetçi hükümete karşı başlattıkları ayaklanma “İspanya İç Savaşı”na dönüşmüş ve 1939’da faşistlerin zaferiyle sonuçlanmıştı. Franco’nun zaferi, İspanya’yı 1970’lere kadar sürecek bir diktatörlükle tanıştırdı ve bu dönemde Portekiz ile İspanya arasında faşist bir dayanışma kurulmuştu. Salazar’ın Franco güçlerine verdiği siyasi ve askeri destek, bu ittifakın en belirgin göstergesiydi.
Aljube’nin sessiz tanıklığı
Aljube binası, Roma ve İslam dönemlerinden bu yana çeşitli işlevler görmüş olsa da en korkunç dönemlerinden birini Salazar rejimi altında yaşamış. 1928’den 1965’e kadar siyasi mahkûmlara ev sahipliği yapan bu hapishane, rejimin gizli polisi PIDE’nin (Polícia Internacional e de Defesa do Estado) uyguladığı işkence yöntemleriyle anılır olmuş. Müze katlarında gezinirken, daracık hücreleri ve mahkûmların birbirlerinden izole edilerek tutulduğu 1’e 2 metrelik karanlık odaları görüyorsunuz. Aljube’de somutlaşmış halini gördüğümüz bu baskı ve yıldırma araçlarına karşılık, halk mücadelesinin nasıl yükseldiği ve hangi yollarla kurulduğuna dair anlatı da müzede yer buluyor.
Faşizm karşıtı hareketler neredeyse tüm diktatörlük dönemi boyunca devam ediyor. Bu hareketlerin büyük kısmı ise oldukça erken bir tarihten itibaren bütünüyle gizlilik içinde sürüyor. 1931’de Portekiz Komünist Partisi’nin gizli yayını olan Avante! kuruluyor. Legal muhalefetin rejim tarafından baskı ve sansürlerle bastırılıp yasaklanması, muhalif hareketlerin çoğunlukla -1960’lardan sonra sayısı artan- küçük gruplarla yürümesine neden oluyor. Daha geniş örgütlerden ikisi olan MUNAF (Ulusal Antifaşist Birlik Hareketi) ve MUD (Demokratik Birlik Hareketi) 1940’ların başında kuruluyor; işçiler, öğrenciler ve entelektüelleri çeşitli direniş hatlarında bir araya getirmeye çalışıyor.
Süren baskılara rağmen, 1960’ların sonlarına doğru Portekiz’de bir halk mücadelesi yükselmeye başlıyor. Bu dönemde, işçi sınıfının ve öğrencilerin de katılımıyla geniş çaplı grevler ve protestolar düzenleniyor. İşçi hakları, eğitim reformları ve özgürlük talepleri, Salazar rejiminin baskıcı politikasına karşı hızla güç kazanıyor.
1973 yılına gelindiğinde Portekiz’in ekonomik çöküşü, sömürgelerde yükselen mücadele ve halkın tepkisi, rejimi sarsan temel etkenler oluyor. Sonunda, 25 Nisan 1974’te, Portekiz tarihinin en önemli toplumsal olaylarından biri, Nisan Devrimi (bilinen adıyla Karanfil Devrimi) gerçekleşiyor. Sömürgelerde fitili tutuşturulan faşizme karşı özgürlük mücadelesi işçi sınıfı, köylüler, öğrenciler ve halkın diğer kesimlerinin mücadeleleriyle rejimi deviriyor.
Devrimin ihmal edilen çocuğu: Sömürgecilik karşıtı hareketler
Madem ki buradayım
ölüme karşı yaşamayı
gecenin sonunu,
günün çağrısını
türküleştiren
insanlardanım.
Bilinçli ve demir gibi sağlam
insanlardan.
Kalungano[3]
Bugün başta Lizbon olmak üzere Portekiz’in sömürgecilik geçmişi ile ciddi bir şekilde hesaplaşılamaması Salazar rejiminin yıkıldığı Nisan Devrimi’ne bakışta da ortaya çıkıyor. Aljube’de dahi sömürgecilik karşıtı anlatıların zayıflığı dikkatimizi çekiyor. Oysa sömürgecilik (ve sömürgecilik karşıtı mücadeleler) Portekiz tarihinde oldukça önemli bir yeri kaplıyor.
15. yüzyıldan itibaren deniz yoluyla büyük bir sömürge imparatorluğu kuran Portekiz; Afrika, Asya ve Güney Amerika’da geniş topraklara hükmetmiş ve bu sömürgelerden elde ettiği zenginliklerle Avrupa’nın önemli bir gücü haline gelmişken kapitalizmin ve sanayinin yükselişini yakalayamamış ve 20. yüzyıla gelindiğinde sömürgeleri olan ama kendisi de bir sömürge olma niteliği taşıyan bir hâle bürünmüştü. Salazar faşizmi altında sömürgelerde her geçen gün dozu artırılan baskıya karşı gösterilen direnç ise -dünyanın diğer pek çok yerinde olduğu gibi- 1960’larda yükselişe geçmiş. Angola’da, Halk Hareketi (MPLA), Angola’nın Tam Bağımsızlığı için Ulusal Birlik (UNITA) ve Angola’nın Kurtuluşu için Ulusal Cephe (FNLA) gibi hareketler, bağımsızlık mücadelesini sürdürürken 1961’de silahlı mücadele başlatmış. Mozambik’te, Mozambik Kurtuluş Cephesi (FRELIMO) 1962’de kurulmuş ve bağımsızlık yanlısı farklı grupları bir araya getirerek Portekiz yönetimine karşı silahlı mücadeleye öncülük etmiş. FRELIMO, 1975’te bağımsızlığa kadar on yıllık bir mücadele yürütmüş. Gine-Bissau ve Cabo Verde’de, 1956’da kurulan Afrika’nın Bağımsızlığı için Gine ve Cabo Verde Adaları Partisi (PAIGC), Amilcar Cabral liderliğinde gerilla savaşı yürüterek, 1973’te Gine-Bissau’nun ve 1975’te Cabo Verde’nin bağımsızlığını elde etmiş. Tüm bunlar yaşanırken ve Nisan Devrimi’nde yer alan askerlerin bir kısmının sömürgelerde görev alırken gördükleri ve yaşadıklarının devrime giden süreçte payı olduğuna dair çokça tartışma varken sömürgecilik karşıtı hareketlerin devrim anlatısında az yer kaplamasına kızmaktan kendimizi alamıyoruz.
Devrim’in 50. yılı nedeniyle şehirde düzenlenen etkinlik ve sergilerde de sömürgelerde verilen mücadeleler, yıllarca yer altında yürütülen siyasi faaliyetler göz ardı ediliyor ve anlatı “barışçıl bir askeri darbe” olarak kurgulanmaya çalışılıyor. “Karanfil Devrimi” ifadesi de bu anlatıya hizmet ediyor. 25 Nisan 1974 Devrimi’yle birlikte Salazar rejimine son verildikten sonra da bir iktidar ve güç savaşı devam ediyor ve komünistlerin iktidar aygıtlarından tasfiye edilmesiyle Portekiz’in bugünkü burjuva demokrasisi oluşuyor.
Müzeden dışarıya adım attığımızda ise, Lizbon’un kalabalık sokaklarında bir kez daha turistlerin, hareketin ve sürekli akan yaşamın içinde buluyoruz kendimizi. Şehrin dar sokakları, zaman zaman birer labirent gibi karşımıza çıkıyor ve çoğunlukla, bu sokaklar bizi turist tuzaklarından, yüzeysel yaşamın gürültüsünden uzak tutuyor. Ancak her adımda, biz de aynı şekilde, bu çelişkiler içindeki yerimizi sorgulamaya başlıyoruz.
Alfama’dan şehrin ana meydanı Praça do Comércio’ya (Ticaret Meydanı) geldiğimizde artık önümüz arkamız, sağımız solumuz insan kalabalığı. Nehir kenarındaki meydan 1755’te meydana gelen depremde yıkılan sarayın yerinde yer alıyor. Bu büyük depremle birlikte şehrin çehresi tamamen değişirken şehir temelde bugün gördüğümüz hâline bürünmüş. Meydandan içeri doğru yürürken sağlı sollu lüks mağazalar, Pastel de Natacılar, restoranlar beliriyor. Alfama’nın dar ve kıvrımlı sokaklarının aksine, buradaki sokaklar geniş ve her biri farklı meydanlarla birbirine bağlanmış.
Burası, şehrin bir diğer yüzünü, kapitalizmin ve turizmin güçlü etkisiyle şekillenen yeni düzenini simgeliyor. Ancak bu yoğun ticaret ve turistik cazibe, şehrin tarihsel dokusuyla tam anlamıyla bir çelişki oluşturuyor. Biraz yürüyerek vardığımız, adını “asil şövalye” Martim Moniz’den alan Martim Moniz Meydanı, şehrin başka bir gerçekliğini, göçmenlerin buluşma noktasını simgeliyor. Portekiz’in eski sömürgelerinden gelenler, Fas ve Tunus’tan Lizbon’a ulaşanların çoğu bu meydanda birleşiyor; burada müzik dinliyor, birbirleriyle sohbet ediyor, iş arıyor. Çevredeki restoranlar, kafeler, marketler ve dükkânlar, çoğunlukla bu göçmenlerin çalıştıkları yerler. “Filistin’e özgürlük!” yazıları da bu civardaki duvarlarda, şehrin geçmişine ve bugünkü adaletsizliklere karşı sesini yükselten bir direniş sürdüğünü fark etmemizi sağlıyor.
Bu yoğun mekânsal/sosyal ayrışma ve işgücünün dağılımı, şehrin tarihsel yapısının derin izlerini, özellikle sömürgeleştirme ve faşizm tarihinin ne denli içselleştirildiğini gösteriyor. Lizbon’un bugünkü yüzü, yalnızca modernleşmenin değil, aynı zamanda geçmişteki adaletsizliklerin, sömürgeci mirasın ve faşist rejimin bıraktığı izlerin de bir yansıması.
Portekiz’in sömürgeci işgaline karşı direnen ülkelerin bağımsızlık mücadelesi, yalnızca bu toprakların tarihinde değil, Nisan Devrimi’nin gerçekleşmesini sağlayan hareketlerde de hayati bir rol oynuyor. Ancak tarihsel izlekte ve şehrin bugünkü çehresinde bu bağımsızlık savaşlarına dair anlatılara görünür bir yer verilmemesinin, hatta bu anlatıların zaman zaman silinmeye çalışılmasının eksikliği, şehrin hafızasında ve kolektif bilincinde hâlâ hissediliyor, göçmenlerin bugünkü mücadelelerinde somutlaşıyor.
Dipnotlar:
[1] Nofre, J. ve Sequera, J. (2019) Touristification, transnational gentrification and urban change in Lisbon: The neighbourhood of Alfama, Urban Studies.
[2] “Lisbon faces demand for referendum to stop rise of Airbnb”, https://www.thetimes.com/world/europe/article/lisbon-faces-demand-for-referendum-to-stop-rise-of-airbnb-lzq2thzdb
[3] Mozambik Kurtuluş Cephesi’nin önderlerinden Marcelino dos Santos’un, nam-ı diğer Kalungano’nun şiirine A. Kadir ve Afşar Timuçin’in Portekiz Sömürgeleri Şiiri kitabında rastladık. Kitap 1975’in Ocak ayında yayımladığında Nisan Devrimi’nin üzerinden aylar geçmiş ama Mozambik henüz resmi olarak bağımsızlığını elde etmemişti.
(BA/DS/VC)
FORENSIC ARCHITECTURE
Júlia Nueno: Devletin ‘hakikat’ inşasını sorguluyoruz

Mısır’da 2011 ayaklanmaları: Tahrir Meydanı’ndan yükselen değişim

Wall Street’ten yükselen itiraz: %99’un mücadelesi ve işgal siyaseti

Yunanistan’da kemer sıkma karşıtı hareket (2010-2012) ve etkileri

Krizin meydanlara taştığı an: İspanya’da 'Öfkeliler' hareketi ve siyasi mirası
