Batuhan Kıran masasına oturup hikayelerini dinlemek istediğim arkadaşlarımdan biri oldu hep. Roman yazmaya karar vermesi iyi olmuş, dinlemek kadar yazdıklarını alıp okumak isteyeceğim arkadaşlarımın sayısı arttı.
Gazeteciliğe başladığım yıllarda tanıştım Batuhan Kıran'la. Hürriyet gazetesinin fotomuhabirlerindendi. Çekemeyeceği fotoğraf yoktu diye hatırlarım onu ama genelde "ben çekerim, yazı sizin işiniz" der uzak dururdu haber yazmaktan.
Sakıp Sabancı'nın su altında fotoğraflarını çekmişti mesela birlikte çalıştığımız dönemde. Nasıl ikna ettiğini sorduğumda "çok zor olmadı" demişti. Gittiği çekimlerden yeni hikayelerle gelirdi genelde. O anlatır, biz dinlerdik. Sadece anlattıklarını değil, yaptığı müziği de dinlerdi. "Çek Yat Boys" ve Dragon Project" adlı caz gruplarında çalardı ki hala çalıyor.
Mona Kitap'tan yayınlanan ilk romanı "Cadde Çocuğu"nu okurken, aslında "haber de yazarmış" derken buldum kendimi. Akıcı bir hikaye anlatıcısı Batuhan Kıran, basit, net, tespih gibi dizilen cümleler ardı ardına geliyor; bir gazetecinin kaleminden çıkmış bu kitap. Ancak bir fotomuhabirin gözlemleme alışkanlığının izleri de var. En çok da hafızasının kuvveti etkileyiciydi. İstanbul'un özel yerlerinden biri olan Bağdat caddesinin 1980'lerdeki halini seriyor önümüze. Anlatırken de ne çok ayrıntıyı hatırlıyor dersiniz, yazarken de öyle olmuş; romanda o kadar çok, mekan, marka, yer ismi geçiyor ki başınız dönüyor.
Nasıl olup da fotoğrafçılığına ve müzisyenliğine yazarlığı da katmaya karar verdiğini sormam gerekiyordu. Sordum anlattı:
Batuhan Kıran için “Cadde Çocuğu”nun tanımı nedir? Cadde Çocuğu denildiğinde İstanbul’da Bağdat Caddesi akla gelir, diğer kentlerde Ankara, İzmir gibi mesela, benzer tanımlamalar var mı biliyor musun?
Bu kavram zaman içinde her ne kadar kendini yenilese de gerçek bir cadde çocuğu olmanın ilk şartı caddede doğmuş olmaktır... Ailesi, otomatik olarak refah ve kültür düzeyi yüksek olan kişilerdir. İş insanı, genel müdür, doktor, avukat ya da mimar mühendistir genellikle…Hal böyle olunca kolejlerde ya da iyi okullarda okur “cadde çocuğu”, tenis yüzme yelken gibi sporlarla uğraşır, patene veya en azından bisiklete biner. Bir cadde çocuğunu temiz pak duruşundan, kibarlığından, kültür düzeyinden ve konuşurken takındığı gülümseme ifadesinden hemen tanıyabilirsiniz. Ya da üzerine giydiği marka kıyafetlerden fark edersiniz onu. Belki de babasının altına çektiği pahalı spor arabayla caddede patinaj çekerken rastlarsınız. Zira araba ve hız cadde çocuğu kavramının olmazsa olmazıdır… Cadde çocuğu kavramının Bağdat caddesinden başka bir yer için kullanıldığını şimdiye kadar duymadım. Ama gençlerin mesken tuttukları, eski deyişle sükse yaptıkları yerler ülkemizde var tabii Eskişehir'deki Kızılcıklı caddesi, Ankara’da 7. Cadde veya Tunalı mesela… Fakat bunların hiçbiri Bağdat caddesi ayarında değil…
Kadıköylüyüm ben ama 80’lerde Ankara’daydım. Kitabı okurken Kadıköy'ün 80’lerini yaşar gibi hissettim. Sinematik bir kurgusu var kitabın. O yılları nasıl yeniden canlandırdın, nasıl bir çalışma yaptın? 30 yıla yakın zamandır foto muhabirisin, bunun bir yararı oldu mu?
Yazma kararını verene kadar o yılların atmosferi ve izleriyle yaşıyordum. Geçen zamanın getirdiği hayal kırıklıklarıyla fena şekilde 80ler nostaljisine kapılmıştım. Biraz daha abartacak olursam, Kendimce yaptığım bir zaman yolculuğunun içinde bu romanı yazdım da diyebilirim. Bu his okuyucuya da geçiyor sanırım
O yıllardan hafızamda kalan ve zihnimde devamlı canlanan bir sürü hatıra vardı. Bunları çevremdekilere anlattıkça zaman içinde hikayeye dönüştüler. Üzerine başkalarının hikayeleri de eklenince oturup yazmaya karar verdim sonunda. Kurgularken, bazen hikayeleri birbirine karıştırdım bazen de yaşanabilecek diğer alternatifleri tercih ettim… Klasik paralel evren numaraları yani.
Foto muhabirliği yaptığım yıllarda gözlemlediklerim ve tecrübelerim büyük ölçüde kitabın alt yapısını oluşturuyor aslında. Çünkü gazetecilik mesleği kolay kolay kimsenin yaşayamayacağı maceralarla doludur. Çoğu kez tahmin edemeyeceğiniz kişilerle ya da ortamlarda bulursunuz kendinizi. Mesela İngiltere Prensi ile aynı salondayken gelen bir telefonla bir anda arka sokaklarda işlenmiş bir cinayetin içinde soluğu alabilirsiniz. Demek istediğim, olay ve karakterlerle ilgili yelpazemin genişlemesinde mesleğim neden oldu ve tabii kitapta görsel bir anlatımın olmasına da… Görsel anlatım okuyucuda gerçeklik hissini uyandıran en önemli faktörlerden biri bence. Bu kitabın benim için tılsımı da burada. Belki de sadece içselleştirdiğim mesleki bir hastalıktır bilemiyorum, o yüzden fazla da abartmayayım.
Bu arada her şey kafamın içinde olup bitmedi tabii ki, işin teorik kısmını da ayrıca çalıştım. Astroloji, maji, araba modelleri, teknik özellikleri, teypler, markalar, müzik parçaları, filmler. Birçoğunu bilmeme rağmen yine de bir hataya ya da zaman kaymasına neden vermemek için yeniden üzerlerinden geçtim. Hikayede geçen sokakları ziyaret edip anılarımı canlandırdım. Hırsızlığa adapte olabilmek için çilingir kurslarına katıldım. Eski model bir araba kullandığım için bir ayağım devamlı sanayi sitesinde, onlarca hırsızlık hikayesi dinledim ustalardan…
Bağdat caddesi 1997 |
Bağdat Caddesi ve 80’leri tanımlarken nesnelerle, markalarla, mekanlarla tanımlıyorsun. Sen caddede yaşamaya devam ettin, 10 yıllara bölsek 90’lar 2000’ler arasında temel fark size göre nedir?
90’ların ikinci yarısına kadar cadde eski halini iyi kötü koruyordu aslında. Nüfus almasına karşın yaya ve araç trafiği hala düzgün bir şekilde işliyordu. Sayfiye yeri olma özelliğini kaybetmişti, eskisi gibi herkesin birbirini tanıdığı kapalı bir kutu artık değildi ama yine de caddeye çıktığınızda eski semt sakini bir iki tanıdığınıza rastlayabiliyordunuz. 90’lı yıllar için aslında caddenin diğer semtlerden gelen ziyaretçilerin yoğun ilgisine uğradığı ilk dönem diyebilirim. Başka bir deyişle, yerleşik kültürün silinmeye başladığı, caddenin bir panayır alanına dönüştüğü yıllar. Cadde de yeni marka kafeler restoranlar açılmaya başladı 90’lar da. Gece kulüpleri, diskolar derken Avrupa yakasına dönüşmeye başladı yavaş yavaş…2000’lere girdiğimizde yapılan revizyonla kaldırımlar genişletildi ve alt yapısı yenilendi. Aslında bu faaliyet ileride yapılacak olan kentsel dönüşümün ilk işaretleriydi. Gerisi malum, yani şu andaki hali. Toz toprak içinde dev kamyonların cirit attığı bir şantiye alanı.
Caddebostan Sahil yolu İnşaatı - Romandan bir fotoğraf |
Caddeyi eskisi gibi markalarla ve mekanlarla tanımlayamıyorum artık. Çünkü neredeyse sınırsız sayıdalar. Her an ulaşılabilir veya bir günümüz alışkanlığı olarak da her an vazgeçilebilir. O yüzden de hiçbirinin bir önemi ya da tadı yok benim için.
Bence şu anda caddenin sadece ismi kalmış durumda. Eski sakinlerinin çoğu da dönüşüm sırasında geri dönmemek üzere semti terk etti… Hatta biraz abartacak olursam varlıkları insanlardan eskiye dayanan semtin gerçek sahipleri kediler, kirpiler, kuşlar, ağaçlar bile… 2000’li yılların farkı bu işte, aklımızın büyük bir bölümünü akıllı aletlere emanet ettiğimiz, insanların birbirinden uzak durduğu, acımasız, kültürden yoksun, tamamen paraya endeksli bir zaman dilimi.
Roman aynı zamanda bir “track list” denen bir şarkı listesi gibi ilerliyor. Müzik sizin için önemli bir anlatı olmuş romanda. Müzikleri nasıl seçtiniz? Müzikle ne anlatmayı amaçladınız?
Eski zamanları hatırlamak, o dönemi iliklerine kadar hissedebilmek için en iyi formülün müzik olduğu anlatılıyor kitapta. Sado mazo bir ruh halini de barındırdığından “nostaljilet atmak” olarak adlandırılıyor. Hatta şöyle bir tavsiye var “Müzik, adeta nostaljilete bir bilettir. Hangi senenin parçasını koyarsan aynen o seneye gidersin, evde güzel bir de ambiyans yarattın mı, herkesi oturtup hüngür hüngür ağlatırsın. 45-70 yaş arasındaki misafirlere Elvis ve Frank Sinatra, 30-40 yaş arasına da George Michael, Michael Jackson, Madonna her zaman bu konuda iş yapar. Milletin kalkmasını istediğinde de atarsın çıtır çıtır bir John Coltrane plağı. Kimse dayanamaz zaten free caza, çabucak yolcu edersin misafirlerini…” Dolayısı ile müzik hikayenin içinde bir tür tetikleyici olarak görev yapıyor diyebilirim. Bu etkiyi hissedebilmek için okuyucuların spotify’a “cadde çocuğu” yazdıklarında karşılarına çıkacak müzik listesi eşliğinde kitabı okumalarını özellikle tavsiye ediyorum.
Aslında müzik hayatımın hep baş köşesinde. Romandaki gibi hatta daha da fazlası… Günün her saatinde müzik çalar. Evde, arabada, kulaklıkta ya da piyanonun başına geçer ben çalarım… Aslında bir ekipmana gerek duymadan orijinal haliyle kafamın içinden de dinleyebilirim hepsini ama severim müzik aletlerini, kocaman hoparlörleri, “hi end” amfileri… Buna “audiofili” diyorlar... Caz dinlerim, daha çok Marcus Miller, Herbie Hancock, George Duke filan… Pikaptan dinlemeyi tercih ederim tabii. Bu konular kitapta detaylı bir şekilde anlatılıyor. Plak nasıl tutulur, kasete nasıl kayıt yapılır tüm inceliklerine kadar bulabilirsiniz…
Bizim gençliğimiz “80 gençliği” eleştirisiyle geçti. 12 Eylül sonrası “apolitik bir kuşak” olarak tanımlandık. Siyaset ne kadar var romanında?
Bu roman, o dönemlerde farklı semtlerde politize olmuş kişiler için eleştiri yağmuruna tutulacak nitelikte. Daha doğrusu sıklıkla bu türden yorumlar da alıyorum. Siyaset, o zamanın caddesinde hissedildiği kadar var kitapta. Tamamı ile apolitik gençlerin dünyası bu. Ama her ne kadar özel olarak siyasi bir söylem geliştirmediysem de caddedeki değişimden bahsederken Özal döneminin etkileri de ister istemez geçiyor. Reagan ve Teacher ikilisinin öncülüğümde yayılan kapitalizm evrelerinden biri neoliberalizm ile pompalanan tüketim çılgınlığı; bu çılgınlığın caddeye yansıması ve başrolde de tüm bu değişimlere direnen bir karakter. Hikaye başka bir zaman diliminde başka bir semtte geçseydi eminim içinde daha fazla politik ve siyasi hatıralar olurdu fakat günümüz için söyleyemem ama o dönemin cadde gençliği gerçekten apolitikti.
“Hikaye başka bir semtte geçseydi” cümlenizden yeni hikayeler var anlatılacak diye bir algıya kapılıyorum. Roman yazmaya devam mı?
Yaptığım en iyi şeyin hikaye biriktirmek olduğunu fark etmem biraz geç oldu. Ancak 40’lı yaşların sonuna doğru keşfettim bu özelliğimi. Aslında her insanın anlatacağı kısa metrajlı hikayeleri olmalı. Çünkü yaşanan bir hayatı en güzel gösteren şey hikayeler bence. Gerçek hayattan, rüyalardan ya da hayallerden, hangi boyuttan olursa olsun. Hikayelerimle insanları artık sıkma noktasına getirdiğimi hissettiğimde yazmaya karar verdim. Masa başına oturup yazmaya başlamamla paralel bir evrenin kapısı açıldı önüme. Aynı anda farklı iki hayatı yaşamak o kadar şaşırtıcı ki, bunu daha fazla tecrübe etmek istiyorum. Şu anda yeni romanımın son düzeltmelerini yapmakla meşgulüm. Cadde orada da var tabii, ama bu kez başrolde değil… Bir hayal dünyasının içinde rastlanılan hatıra olarak geçiyor… Kedileri, köpekleri, kuşları, ağaçları ve sonunda hepsinin kentsel dönüşümle yok olacağı. Aslında sanırım caddeye konsantre olmak bana artık hüzün veriyor. (HK)