Filistin İçin Teknoloji serimizin yeni bölümünde, sınır gözetim teknolojileri ve otomasyonun göçmenler üzerindeki etkilerine odaklanan çalışmalarıyla tanınan avukat ve antropolog Petra Molnar ile konuştuk.
Molnar’ın, Türkiye ve Yunanistan sınırı da dahil olmak üzere dünyadaki pek çok sınır bölgesinde yaptığı gözlemler ve araştırmalardan derlediği bilgileri içeren kitabı “Duvarların Gözleri Var” (The Walls Have Eyes), Mayıs 2024’te okuyucularla buluştu.
İsrail’in geliştirdiği teknolojilerin fiziksel duvarların yanı sıra dijital duvarlar da örerek insanların hayatlarını nasıl etkilediğini işgal altındaki Filistin topraklarına giderek bizzat gözlemleyen Petra Molnar, Refugee Law Lab’in yardımcı direktörü ve sınırları aşan insanlar üzerinde yapılan teknolojik deneyleri sorgulayan “Migration and Technology Monitor” kolektifinin kurucuları arasında yer alıyor.
Filistin İçin Teknoloji
“Suç ve göçün birbiriyle ilişkilendirilmesi normalleşti”
Göçü ve göç edenleri -kitabınızda kullandığınız ifadelerle “sınırları aşan insanlar”ı- bir sorun, bir kriz ya da bir suç öznesi olarak görmek ve bunun yanında ırkçılık, eşitsiz gelişim, emperyalizm ve sömürgecilik gibi yapısal sorunları göz ardı etmek bilinçli bir politik tercih gibi görünüyor. Siz de kitabınızda “crimmigration” (göçün suçlaştırılması) kavramını kullanıyorsunuz. Peki, “göçün suçlaştırılması” tam olarak ne anlama geliyor?
“Göçün suçlaştırılması” kavramı, suçlulaştırma ve göç kavramlarının birleşiminden oluşuyor ve bu üzerine tartışılması gereken çok önemli bir konu. Crimmigration Law adlı kitabı yazan ABD’li akademisyen César Cuauhtémoc García Hernández gibi akademisyenler tarafından ortaya atılan bu kavramın altında yatan temel fikir, günümüzde suçluluk ile insan hareketliliği arasında bir ilişki olduğudur.
Sorunuzda da belirttiğiniz gibi, bu çerçeve bir politik tercih, çünkü göçmenler ve hareket halindeki insanlar bir sorun, tehdit, dolandırıcı veya terörist olarak görülüyor ve bu nedenle kontrol edilmesi gereken bir “sorun” olarak tanımlanıyorlar. Suç faaliyetlerini göçle ilişkilendiren bu sözde “suçlulaştırma”, hareket halindeki insanlara dair düşünme biçimimizi sınırlıyor. Hukuki açıdan, ceza hukuku normları ile göç hukuku normları arasında bir birleşme de söz konusu. Çıkış noktası, uluslararası hukuk bir kişinin iltica talebinde bulunmak için gerekli tüm yolları kullanabileceğini tanımasına rağmen, insanların bir ülkeye düzensiz bir şekilde girdiklerinde “yasa dışı” bir şey yaptıkları varsayımıdır. Bu nedenle, “göçün suçlaştırılması” terimi, suç ve göçün birbiriyle ilişkilendirilmesinin ne kadar normalleştiğini hatırlatan faydalı bir çerçeve sunuyor.
“Şirketler, trajediden büyük miktarda para kazanıyor”
Türkiye, Yunanistan, Filistin ve Meksika gibi pek çok sınır bölgesine giderek doğrudan gözlemler yaptığınızı biliyoruz. Konuştuğumuz bağlamda, bu sınır bölgelerinde hangi ortaklıkları veya farklılıkları gözlemlediniz?
Hem bir avukat hem de bir antropolog olarak tüm kariyerim boyunca karşılaştırma ve vaka çalışması yöntemleriyle çalıştım, çünkü farklı bağlamları karşılaştırabilmenin birçok önemli içgörü sunduğuna inanıyorum. Ancak tüm bu bağlamların aynı mercekten değerlendirilmesi gerektiğini hiçbir zaman söylemek istemem, çünkü elbette teknoloji kullanım biçimlerinde bile birçok farklılık var. Örneğin, ABD-Meksika sınırında kullanılan teknolojilerin fiziksel olarak çok daha belirgin olduğunu görüyoruz ve hükümet, örneğin İç Güvenlik Bakanlığı’nın robot köpeklerin (robodog) kullanımını açıkça duyurması gibi, yaptıkları konusunda bir ölçüde şeffaf. Oysa Yunanistan ve Türkiye gibi diğer bölgelerde kullanılan teknoloji türlerinin parametreleri daha kapalı. Çeşitli bağlamlarda, tam olarak hangi teknolojilerin kullanıldığını ve bunların maliyetinin ne olduğunu bilmek zor.
Ancak, teknolojinin, gözetimin ve tüm güvenlik paradigmasının dünya genelinde göçü yönetmek ve kontrol altına almak için uygulanma biçiminde kesinlikle benzerlikler var. Bu durum birkaç şekilde açıklanabilir. Ülkeler, yaşamın tüm yönlerinde teknoloji çözümcülüğü saplantısı ile sözde yapay zekâ silahlanma yarışında liderlik pozisyonları için rekabet etmek istiyorlar. Her hükümetin çeşitli yapay zekâ departmanları var gibi görünüyor. Dolayısıyla teknolojiye yönelim, küresel bir yenilik baskısının yanı sıra sözde “göç sorunu” ile başa çıkmak için bir araç olarak kullanılıyor.
Gittiğim tüm sınır bölgelerinde gördüğüm bir diğer ortak eğilim, özel sektörün büyük bir etkisinin olması. Şirketler, insanların hayatları pahasına şiddet içeren teknolojiler yaratarak trajediden büyük miktarda para kazanıyorlar.
Zelda Montes: Teknoloji işçileri, kendi emekleri üzerinde söz sahibi olmalı
“AB, dışsallaştırma konusunda uzmanlaştı”
Kitabınızda, “sınırların dışsallaştırılması” veya sınır kontrollerinin başka ülkelere aktarılması konusunun altını çiziyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz? Avrupa veya ABD örneklerinde bu dışsallaştırma nasıl işliyor?
Dışsallaştırma, bulmacanın çok önemli bir parçası. Bazen bu terim çok büyük ve karmaşık bir şey gibi görünebilir, ancak aslında güçlü bölgelerin, örneğin Avrupa Birliği veya ABD’nin, sınırlarını fiziksel konumlarından olabildiğince uzağa itmek için çeşitli politika ve yöntemler kullanması anlamına geliyor. Bu yöntemler arasında sınır muhafızlarını eğitmek, biyometrik programları desteklemek ve veri paylaşım anlaşmaları yapmak gibi uygulamalar yer alıyor. Tüm bunların amacı, insanların bu bölgelerin topraklarına ulaşmasını engellemek.
Avrupa Birliği, dışsallaştırma konusunda “uzmanlaşmış” halde. Kuzey ve Sahra Altı Afrika’daki ve Orta Doğu’daki yabancı sınır yetkililerini finanse ederek, hareket halindeki insanlar ile Avrupa toprakları arasında küçük, iç içe geçmiş sınırlar yaratmaya çalışıyorlar.
Peki, Avrupa bunu neden yapıyor? Çünkü bir kez Avrupa topraklarına ulaştığınızda uluslararası mülteci hukuku geçerli hale geliyor ve temel ilkelere göre Avrupa topraklarında iltica talebinde bulunabilirsiniz. Yani eğer insanların ulaşmasını engellerseniz, bu, sözde “göç sorununuza” çözüm olacaktır. Burada teknoloji devreye giriyor, çünkü gözetim, bir dışsallaştırma mekanizması olarak işlev görebiliyor.
Teknolojiler, insanları olabildiğince uzakta tutmayı ve bölgeye yaklaşmalarını engellemeyi amaçlayan geniş bir gözetim ağı oluşturuyor. Avrupa Birliği’nden söz ettik ama ABD de şu anda Meksika, Orta Amerika ve Latin Amerika’da benzer şeyler yapıyor; sınır muhafızlarını silahlandırıyor ve eğitiyor, veri toplama projelerini destekliyor. Tüm bunlar, ABD-Meksika sınırını fiziksel konumundan olabildiğince uzağa itmek amacıyla yapılıyor.
Gözetim teknolojileri, cezalandırıcı teknolojiler...
Irkçılık ve sınırların kesişiminde, yeni gelişen teknolojiler nasıl bir rol oynuyor? Farklı coğrafyalarda bu amaçla hangi araçlar kullanılıyor?
Kitabımda, mümkün olduğunca geniş bir teknoloji sınıfını ele almaya çalışıyorum. Bu konuda bana yardımcı olan şey, hareket halindeki bir kişinin yolculuğunu takip ediyormuş gibi düşünmek. Öncelikle, bir kişi hareket etmeden önce onu etkileyen birçok teknoloji var. Örneğin, sosyal medya taramaları ve sosyal medya aktivitelerinize dayanarak risk profilleri oluşturan algoritmalar; hangi camiye gittiğiniz, kimlerle bağlantılı olduğunuz gibi bilgiler bu süreçte değerlendiriliyor. Bu kişi yola çıktıktan sonra, insani bir kriz bölgesine yakın bir yerde bulunabilir ve bu durumda parmak izleri, iris taramaları gibi biyometrik verileri toplanıyor. Sınırda ise insanların daha aşina olduğu veya üzerine düşündüğü insansız hava araçları, termal kameralar gibi gözetim teknolojileri devreye giriyor.
Ancak sınırlar, aynı zamanda ABD-Meksika sınırında birkaç yıl önce duyurulan robot köpekler veya Avrupa Birliği’nde test edilen yapay zekâ yalan makineleri gibi olağandışı projelerin ortaya çıktığı yerler. Buna ek olarak, birkaç yıl önce Meriç’te, Yunanistan-Türkiye sınırında devreye alınan ve insanları gelmekten caydırmak amacıyla delici bir çığlık yayan ses topu veya LRAD (Uzun Menzilli Akustik Cihaz) gibi projeler de var.
Bir de sınırı aştığınızda ya da üçüncü bir ülkeyle muhatap olduğunuzda vize önceliklendirme algoritmaları ya da kimlik belirleme amacıyla ses izi alma gibi teknolojilerle karşılaşabiliyorsunuz. Ayrıca, kendinizi göçmen gözaltı merkezlerinde bulmanız durumunda, ayak bilekliği veya diğer giyilebilir gözetim araçları gibi cezalandırıcı teknolojiler veya sınır dışı işlemlerinde kullanılan kimlik teknolojileri devreye giriyor.
Yani aslında göçü kontrol etmek ve yönetmek için çalışan bu teknoloji sınıfının tamamından söz ediyoruz. Bu noktada ırkçılık ve ayrımcılık başlangıç noktası olmalı, çünkü tarihsel ırkçılık ve sistemsel ayrımcılıkla dolu bir dünyada yaşıyoruz ve teknolojiler bunu güçlendiren bir mercek. Örneğin algoritmaların önyargılı verilere dayandığını biliyorsak, o zaman bunlar sistemde zaten var olan önyargıları daha da kötüleştirecek ve ayrıca yenilerini yaratacak demektir. Bu, çok sayıda örnekten sadece biri.
ABD’den bahsettiğimizde, hem ırksallaştırılmış topluluklar (siyahlar, yerliler vd.) hem de Meksika’dan gelmek isteyen göçmenler için sınırların var olduğunu ve her geçen gün daha da güçlendiğini görüyoruz. ABD özelinde sınır teknolojileri nasıl işliyor?
Bu çok önemli bir nokta ve bunun sadece dış sınırlarda olup bitenler değil, aynı zamanda ülkelerin içlerinde olup bitenler hakkında daha fazla konuşulması gereken bir şey olduğunu düşünüyorum. ABD’nin bu tür sınır gözetiminin “harika” bir örneği olduğunu düşünüyorum, özellikle de yeni gelen Trump yönetiminin kitlesel sınır dışı programları uygulama ve ülkede belgesiz olan insanları bulmak için gözetim kullanma konusundaki son mesajları göz önüne alındığında. Teknolojiler, bu hedeflere ulaşmak için plaka okuyucular, veri paylaşımı, hava gözetimi, sosyal medya taramaları vb. birçok farklı şekilde kullanılabiliyor.
Göçmenlerin iç gözetimine de odaklanmak çok, çok önemlidir, çünkü tüm ülkelerde bu gözetim artışından derinden etkilenecek insanlar var. Kristal bir kürem yok, bu yüzden ikinci Trump yönetimi sırasında tam olarak ne olacağını bilmek zor, ancak genel olarak göç konusunda, sınır dışı etme konusunda bir baskı olacağı ve ayrıca hem ABD ile Meksika arasında hem de ABD ile Kanada arasında dış sınırın güçlendirileceği mesajı oldukça açık görünüyor. Bunların büyük bir kısmı daha fazla teknoloji, daha fazla altyapı yoluyla yapılacak.
Bu planları gerçekleştirmenin bir başka mekanizması da, yerel polis memurlarının, federal bir mesele olması gereken ve yerel polis tarafından yapılmaması gereken göçmenlik denetimini yapmaları için yetkilendirilmesidir. Hâlihazırda yerel kolluk kuvvetlerini cesaretlendirmek için konuşmalar yapılıyor. Bu, göç ve hareket özgürlüğüne karşı gerçekten bütüncül bir saldırı olacak.
ABD BİR İNSANLIK SUÇUNA HAZIRLANIYOR
Trump 11 milyon göçmeni sınır dışı etmek için orduyu görevlendirecek
“Göçmenlik sisteminde çok fazla otomasyon bulunuyor”
Bugün “yapay zekâ” adı verilen teknolojinin aslında mevcut eşitsizlikleri yeniden ürettiğini veya güçlendirdiğini biliyoruz ve görüyoruz. Söz konusu “sınırlar” olunca “yapay zekâ” ve bağlantılı teknolojiler nasıl işliyor?
Yapay zekâ, her şeyin üzerindeki son cila, hakkında konuşulacak “havalı” bir şey ve üstelik tanımı kiminle konuştuğunuza ve onu nasıl tanımladığınıza bağlı olarak değişiyor. Kitabımda, yapay zekâyı mümkün olduğunca çok teknolojiyi kapsamaya çalışmak için oldukça geniş bir tanım olarak kullanıyorum. Ancak temelde, ona verdiğiniz her türlü veriye dayanarak kararlar alan bir otomasyon olarak anlaşılabilir.
Yapay zekâ, ister insansız hava araçları gibi havadan gözetim araçlarında, ister İç Güvenlik Bakanlığı’nın bahsettiğim robot köpekleri gibi projelerinde olsun, gözetim ve otonom gözetimde kendine yer edindi. Ayrıca, vize başvurularında algoritmik karar verme veya bir kişinin göçmen gözetimine alınıp alınmayacağına ilişkin alınan kararlar, eleştirilmesi daha da zor olan örneklerdir. Bunun nedeni, bu kararların insan memurlar tarafından verildiğinde bile zaten gizli, şeffaflıktan uzak ve büyük ölçüde takdire bağlı olmasıdır.
Göçmenlik sisteminde, ister tam ister kısmi olsun, artık çok fazla otomasyon bulunuyor. Sınırda ya da mülteci kampları gibi göç alanlarında alınan kararlarda, karar vericiler ile bu kararların uygulandığı topluluklar arasında büyük bir güç dengesizliği olduğunu biliyoruz. Bu güç eşitsizliği son derece belirgin. Ayrıca, bu tür karar süreçlerinin son derece şeffaflıktan uzak, keyfi, tarihsel ve sistematik ırkçılığa dayalı olduğunu da biliyoruz. Bu alanda zaten çok sayıda kötü karar alma pratiği mevcut.
Bu önemli bir soruyu gündeme getiriyor: İnsan karar alma süreçlerini, özellikle son derece yüksek risk taşıyan ve insanların yaşamlarını derinden etkileyen durumlarda, makine öğrenmesi veya algoritmik karar alma süreçleriyle desteklemek ya da bunların yerine koymak ne gibi sonuçlar doğurur? Sınır ve mülteci kampları hakkında uzun uzadıya konuşmuş olsak da, birkaç yıl önce Birleşik Krallık’ta yaşanan bir olayı hatırlıyorum. Bir algoritmik hata nedeniyle 7 bin öğrenci sınır dışı edilmişti. Algoritma, bu öğrencileri bir dil sınavında hile yapmakla suçlamıştı, ancak bu açıkça bir hataydı. Bir algoritma nedeniyle 7 bin insanın hayatı değişti.
Yapay zekâ ve otomatik karar alma süreçlerinin bir diğer önemli yönünü henüz ele almadık: Bu süreçler genellikle kamu denetiminden uzak ve hesap verebilirlikten yoksun bir şekilde yürütülüyor. Birçok insan, kendi davalarında algoritmaların kullanıldığını bile bilmiyor. Örneğin, Kanada’daki bir göçmenlik davasında, avukatlar müvekkillerine yönelik verilen kararda bir tuhaflık fark etti. Karar metni, bir insanın yazdığı gibi görünmüyordu. Bunun üzerine hükümete sorular yönelttiler ve hükümet, Chinook adlı bir algoritmik sistem kullandığını kabul etti. Bu olay, kararın doğrudan etkilediği kişilerin algoritmik bir sistemin devrede olduğundan tamamen habersiz olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor. Dahası, göçmenlik ve mülteci sistemlerinde temsil edilmeyen, avukatı olmayan pek çok insanın bulunduğu da bir gerçek. Bu kadar çok denemenin kamu denetiminden yoksun bir şekilde yapılması kesinlikle kabul edilemez.
“El-Halil’de yoğun bir gözetimle karşılaşıyorsunuz”
Bir imge olarak sınır deyince akla işgal altındaki Filistin toprakları, etrafı duvarlarla çevrili Gazze ve Batı Şeria geliyor. İsrail, bir yandan Filistinlilerin yaşamlarını ellerinden alırken, diğer yandan geliştirdiği teknolojilerle onları gözetim altında tutmanın sayısız yolunu buluyor. Kendi Batı Şeria deneyiminde, bu gözetim pratiklerine dair neler gözlemlemiştin?
2023 baharında, 7 Ekim’den önce, işgal altındaki Batı Şeria’daydım. O dönemde, apartheid teknolojisinin şiddet dolu doğası ve İsrail’in bu teknolojiyi yıllardır Filistinlilere karşı nasıl kullandığı göz önüne alındığında, İsrail’in Filistinlilere yönelik teknoloji kullanımına dair bir vaka çalışması olmadan kitabımın ve kendi çalışmalarımın eksik kalacağını hissettim. Gözlemlerim, bu alanda yıllardır çalışan, Filistin’deki dijital haklar aktivistlerinden özellikle Mona Shraya gibi isimlerin çalışmalarına ve gazeteci Antony Loewenstein’in 2023 sonunda yayımlanan Filistin Laboratuvarı adlı kitabına dayanıyor.
Benim için bu aynı zamanda, İsrail’in sınır kontrol teknolojilerini geliştirme ve ihraç etme konusundaki rolünü anlamaya yönelik bir çabaydı. İsrail’in Gazze’de devam eden soykırım sırasında ve yıllardır İşgal Altındaki Filistin Toprakları’nda, özellikle Batı Şeria’da test ettiği pek çok teknoloji daha sonra Avrupa Birliği ve diğer ülkelere ihraç ediliyor. Örneğin, Akdeniz’de devriye gezen bir Heron dronu ya da ABD-Meksika sınırındaki Sonora Çölü’nde sıralanan Elbit Systems’a ait yapay zekâ destekli kuleler bu sistemlerden sadece bazıları. İsrail, Batı Şeria ve Gazze’de kullanılan bu teknolojileri “savaşta test edilmiş” olarak adlandırarak normalleştiriyor ve sınır kontrolü için ihraç ederek bu alanda başlıca bir aktör haline geliyor.
Batı Şeria’da bulunmanın hissettirdiklerini tam olarak kelimelere dökmek kolay değil. Ancak özellikle işgal altındaki El-Halil şehrinde, her yerde yoğun bir gözetimle karşılaşıyorsunuz. El-Halil, yüz tanıma sistemleri, otomatik silahlar ve dronlar gibi her türden gözetim teknolojisinin test edildiği bir laboratuvar gibi. Burada ilk kez kullanılan bu teknolojiler, daha sonra sınır kontrolü amacıyla ihraç ediliyor.
Loewenstein: Gazze’de yaptıklarına rağmen İsrail’e derin bir hayranlık var
“İsrail, sınır rejimlerinin askerileştirilmesinde başlıca ortak”
Sizin de az önce değindiğiniz ve bizim de daha önce konuştuğumuz Antony Loewenstein, İsrail’in Filistinliler üzerinde denediği teknolojileri dünyaya nasıl pazarladığını anlatırken, Filistinlilerin adeta bir laboratuvar olarak kullanıldığından söz ediyordu. Bugün haberlerde okudum. Kıbrıs Cumhuriyeti, İsrail’in hava savunma sistemi “Demir Kubbe”nin benzerini adaya kurabilmek için İsrail’le anlaşmış ve çalışmalara başlamış. Benzer şekilde Yunanistan da hava savunma sistemi konusunda İsrail’le işbirliği halinde. Bu durum, İsrail’in “sınır” ve “savaş” deneyimini birleştirerek tüm dünyaya hizmet sunduğunu ortaya koyuyor. Peki, tüm bunlarda Avrupa ve diğer ülkeler nasıl bir rol oynuyor?
Kıbrıs, bir süredir yakından takip ettiğimiz bir ülke. Bu nedenle, teknolojinin kullanımına olan bağımlılığının artıyor olmasına şaşırmıyorum. İlginç bir şekilde, Kenya da kendi “Demir Kubbe” sistemini geliştirmek için İsrail ile görüşmelerde bulunuyor. İsrail, sınır rejimlerinin askerileştirilmesi ve güvenlikleştirilmesinde dünya çapında kendisini başlıca ortak zolarak konumlandırmada son derece başarılı. Bunu da, yaşananların temelinde yatan daha geniş mantıkları bir kılıf olarak kullanarak yapıyor. İşgal altındaki Filistin topraklarında bu durum apartheid olarak kendini gösterirken, uluslararası alanda ise “istenmeyen insanları uzak tutma” meselesine dönüşüyor. Bu aynı zamanda, büyüyen İslamofobiyi körüklüyor ve teknolojik gelişmeler, “öteki”, “tehdit” veya “terörist” olarak etiketlenen grupları dışlama mantığı doğrultusunda şekilleniyor.
Yine başa, “göçün suçlaştırılması” kavramına dönüyoruz. Günümüzde mülteciler ve yerinden edilmiş kişiler, büyük ölçüde Avrupalıların “tehlikeli” olarak gördüğü bölgelerden ve beyaz üstünlüğüne tehdit oluşturan belirli ırksal çizgilerden geliyor. Bu insanlar “istenmeyenler” olarak tanımlanıyor. İsrail, bu tür “istenmeyen” nüfuslarla başa çıkmada dünya lideri haline geldiği için, Avrupa ve ABD ile çeşitli ticari anlaşmalar yapması şaşırtıcı değil. Üstelik Gazze’deki soykırımın başlamasından bu yana Batı’nın İsrail ile diplomatik ilişkilerini nasıl güçlendirdiği de göz ardı edilemez.
Önümüzdeki yıllarda İsrail ile Batılı müttefikleri arasında, Kıbrıs ve Yunanistan örneklerinde olduğu gibi, daha fazla ortaklık görmemiz beni şaşırtmaz. Özellikle Kıbrıs ve Yunanistan’da, belki biraz daha az ölçüde İspanya ve İtalya’da, belirgin bir sınır veya cephe zihniyeti göze çarpıyor. Yunanistan, politika belgelerinde Avrupa’nın “kalkanı” olarak tanımlanıyor ve Avrupa’nın “kirli işlerini” yapmak, yani istemediği insanları dışarıda tutmak için bölgeye akan fonlarda bu yaklaşım açıkça görülüyor. Düşünce şöyle görünüyor: Eğer mülteciler, göçmenler veya “istenmeyen” insanlar tarafından bir tür “saldırıya” uğruyorsanız ve İsrail size, bundan para kazanacağı “çözümler” sunuyorsa, bu durum mükemmel bir ortaklık oluşturuyor.
Avrupa’nın sınır muhafızı olan ve deniz ve kara yoluyla sınırları aşmaya çalışan binlerce insanın doğrudan veya dolaylı olarak yaşamını yitirmesinden sorumlu olan Frontex ile İsrailli teknoloji şirketlerinin işbirliğine dair neler biliyoruz?
Frontex, kısmen yönetim yapısı nedeniyle çok önemli bir aktör; ne bir devlet kurumu ne de özel sektör şirketi olarak tanımlanabiliyor, bu nedenle adeta “üçüncü bir aktör” konumunda. Frontex’i yasa dışı geri itme operasyonlarıyla ilişkilendirmeye yönelik birçok soruşturma ve dava yürütüldü. Ancak bir nevi “belirsiz” bir aktör olduğu için, karar alma yetkisi ve faaliyet alanı, örneğin Avrupa Birliği’ne üye bir devlet kurumu olan Yunanistan Sahil Güvenlik Teşkilatı’ndan bile çok daha geniş.
Bu güç, Frontex’in teknolojiye olan bağımlılığıyla daha da pekişiyor. Frontex, teknolojiyi kullanma konusundaki açıklığı ve daha fazla teknoloji kullanma isteğiyle dikkat çekiyor. Örneğin, birkaç yıl önce bir özel sektör aktörü olan RAND Corporation’a bir çalışma sipariş ederek yapay zekâyı operasyonlarında nasıl kullanabileceğini araştırtmıştı. Bu çalışma, sınır ihlallerini engelleme ve gözetim için yapay zekânın kullanımını ele alıyordu.
Normatif anlamda Frontex, bu alanda çok güçlü bir oyuncu. Hangi alanlarda yenilik yapılacağını ve bunun nedenlerini belirleme konusunda büyük bir etkiye sahip. Ancak sınır güvenliği ile teknolojinin bu şekilde iç içe geçmesi, yeniden düşündürülmesi gereken oldukça rahatsız edici bir durum.
"Frontex Değil, Özgürlük"
“Direniş her yerde kendini gösteriyor”
Yasalarla ve geliştirilen yeni teknolojilerle artan gözetim ve güçlendirilen sınırlara dair bu kadar konuşmuşken bu “sınırların” aşılmasına dair neler yapılabileceğine dair de konuşalım istiyorum. Tüm bu yaşananlar karşısında nasıl bir direniş stratejisi izlenebilir sence?
Böyle bir soruyla bitirdiğimize sevindim, çünkü çalışmalarımın çoğunun oldukça distopik olduğunu düşünüyorum. Aslında The Walls Have Eyes’taki amaç da buydu; olup biten her şeyin kanıtlara dayanan bir kaydını oluşturmak. Ancak bu, hikâyenin sadece bir kısmı.
Şu anda ikinci kitabım üzerinde çalışıyorum ve bu kitap özellikle direniş taktikleri üzerine odaklanıyor. Çünkü çalışma fırsatı bulduğum her sınırda veya bölgede, her zaman direnmeyi seçen, birbirine destek olan, dayanışma gösteren ve teknolojinin insanlıktan çıkarıcı etkilerine karşı mücadele ederek ortak insanlığımıza geri dönmenin yollarını arayan insanlar var. İster mevcut yasaları kullanarak olanlara meydan okumaya çalışan avukatlar olsun, ister zor sorular sorarak soruşturma çağrısında bulunan gazeteciler, ister kendini sınırda bulan ve sadece yardım etmek isteyen insanlar olsun, bu direniş her yerde kendini gösteriyor.
Son birkaç yılda benim için gerçekten etkileyici olan şeylerden biri, sınır gözetimi üzerine kendi çalışmalarını yürüten hareket halindeki meslektaşlarla doğrudan çalışmak oldu. Refugee Law Lab’de, Migration & Technology Monitor adlı bir proje yürütüyoruz ve bu projede, hareket halindeki insanlarla doğrudan çalışarak teknoloji ve göç konusunda önemli buldukları hikâyeleri kendilerinin anlatmalarını sağlıyoruz. Bazı meslektaşlarım benimle benzer konulara odaklanıyor; örneğin Veronica Martinez, ABD-Meksika sınırında ayrımcı gözetimin keskin etkilerini araştırıyor, Wael Qarssifi ise Suriyelilerin izlenmesi üzerine raporlar hazırlıyor.
Ayrıca Güney Afrika’da dijital teknolojiler aracılığıyla bilgi paylaşımı yapan meslektaşım Grace Gichanga’nın çalışmaları ya da Uganda’daki bir mülteci kampında Simon Drotti’nin psikososyal arşivler oluşturup hareket halindeki topluluklara teknolojiyi nasıl kullanacaklarını ve ona nasıl karşı koyacaklarını öğretmesi gibi toplulukların kendi destek ve güçlenmeleri için, onların ihtiyaçlarına uygun olarak tasarlanmış ya da ileriye dönük bir vizyonla teknolojiyi kullanan projeler var. Bu nedenle, direnen insanların her zaman var olduğunu unutmamak çok önemli. Aynı zamanda, bu çalkantılı zamanlarda birbirimize ulaşmanın ve yardım etmenin yollarını bulmamız gerektiğini de düşünüyorum.
(DS/VC)