Haberin İngilizcesi için tıklayın
Barış Sürecinin bitimiyle birlikte Devlet Bahçeli'nin Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) etki alanına doğru kayışı; 15 Temmuz 2016 sonrası gittikçe hızlandı.
Bununla da kalmadı başkanlık sistemi tartışmalarının yavaşladığı bir konjonktürde Bahçeli, Ekim 2016'da fiili olanı kanuni hale getirelim diyerek referandum çağrısı yaptı. Recep Tayyip Erdoğan'a koşulsuz destek verdi.
Sonrasında bir yanında Erdoğan diğer yanında Binali Yıldırım ile birden çok kez fotoğraf karesinde göründü.
Ardından Fırat Kalkanı ve Afrin askeri operasyonları sırasında desteğini sürdürdü. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) artık Meclis komisyonlarında ve Genel Kurul oylamalarında AKP'nin el kaldığını her şeye el kaldıran bir koalisyon partisi görünümündeydi.
Nihayet 2019 Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimleri için Cumhur İttifakı kurulmasına kadar vardı bu birliktelik.
Bu süreçte MHP'nin AKP'ye yaslanması,1 Kasım 2015 seçimleri sonrasında parti içi muhalefetin sesini yükselterek olağanüstü kurultay çağrısı yapması; Bahçeli'nin bu çağrıya olumsuz yanıt vermesi ve sancılı bir süreç sonrası MHP'den, Meral Akşener liderliğinde İYİ Parti'nin çıkması da etkili oldu
Cumhur İttifakı sadece AKP ve MHP'den oluşmuyor. Üçüncü bir parti var: BBP. Bu üç partinin yanyana gelişi bir dönem Türkiye siyasi hayatında sıklıkla dile getirilen Türk-İslam sentezi okumasının yeniden yapılması mı gerektiriyor? Cumhur İttifakı MHP'nin dolayısıyla Türkeş çizgisinden gelen Türkçülüğün AKP içinde erimesi mi yoksa tam tersine AKP'yi mi Türkçüleştiriyor? 24 Haziran seçimlerinde bu ittifak başarılı olursa muhalifleri nasıl bir Türkiye bekliyor?
Bu soruları Prof. Dr. Simten Coşar'a yönelttik. Coşar "Türk-İslam sentezinin hegemonik işlevini yitirdiğini" söylüyor; son dönemde oluşan iktidarı ise amorf bir sağ siyaset olarak tanımlıyor.
Prof. Dr. Simten Coşar kimdir?Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler'de; doktora ve yüksek lisansını Bilkent Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi'nde yaptı. Başlıca ilgi alanları: Siyasi düşünce, Türkiye'de siyasi düşünce, Türkiye'de siyasi partiler ve siyasi düşüncede kadınlar. Journal of Political Ideologies, Contemporary Politics, Feminist Review, Journal of Third World Studies, South European Societyve Politics and Monthly Review gibi dergilerde birçok makalesi yayımlandı. Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, TV ve Sinema Bölümü'nden emekli oldu. |
Yakın tarihten hareketle başlayalım. Özal sonrası "Türk İslam sentezi" analizleri yapılırdı. Şimdi karşımızda AKP-MHP-BBP'nin Cumhur İttifakı var. Bu yeni ittifakı Siyasi İslam ve Türk milliyetçiliğinin sentezi, etkileşimi ya da birinin diğerini yutması olarak mı değerlendirilmeli?
Türk-İslam Sentezi bu üçlüden en çok MHP’ye uyar. Bu tarihsel olarak da böyledir; söylemsel ve ideolojik içerimleri itibarıyla da böyledir. 1970’lerin başında, İslam’ı bir şekilde ideolojik olarak parti söylemine ve politikalarına dâhil etmeye çabalayan hareket, MHP’nin Aydınlar Ocağı kadrosundan çıkar.
1980 darbesi sonrasında bizatihi Evren ve askerî rejimin yöneticileri ve dolayısıyla takip edecek sivil rejimin temellerini atanlar tarafından bir milliyetçilik biçimi olarak hâkim kılınır ve yaygınlaştırılır.
BBP ve AKP Türk-İslam Sentezini sürekli olarak reddeder. BBP’nin dayandığı İslam – Türklük birlikteliği Türk-İslam Ülküsüdür. AKP ise başlangıçta İslamcı siyaseti olduğu kadar İslam’ı bir yönetme tekniği olarak kullanmadığını her fırsatta belirten bir siyasal partidir. Bunun yerine bireysel düzlemde Müslümanlığı ön plana çıkartmıştı.
Ama gerek AKP’nin önde gelenlerinin gerek liderlerinin ve liderinin Türk olmayı tanımlama ve vurgulama biçimleri, farklı kimliklerle ilgili hak temelli meselelerde tespit edebileceğimiz uygulamaları Türk-İslam sentezinin izlerini taşır; ama sentezin sunduğu formülden ibaret değildir.
Yanı sıra, BBP’nin de ne kadar zıtlaşmış ve zıtlaşıyor olsa da Türk-İslam Sentezi sınırları içerisinde faaliyet gösterdiğini söyleyebilirim. Diğer bir ifadeyle, MHP’nin, AKP’nin ve BBP’nin çok yakın bir zamana kadar Türk-İslam sentezinin belirleyici olduğu, siyasal kodlarını şekillendirdiği, siyasal rekabetin üslûbunu ve ana söylemsel araçlarını sağladığı bir siyasal alanda Müslümanlık – Türklük kimliklerinin farklı biraradalık ihtimallerini ve/ya da umutlarını temsil ettiklerini söylemek mümkün.
Buradan Türk İslam sentezi okuması bugün için hala geçerli izlenimi çıkıyor. Ama 80’ler ve 90’larda olduğu kadar kullanılan bir tanımlama değil.
Aslında, Türk-İslam Sentezi'nin 28 Şubat’la birlikte tedavülden kalktığını ileri süren argümanlar da var. Bunu da not edeyim.
Türk-İslam Sentezinin birkaç yıl öncesine kadar Türkiye’deki sağ siyasetin çerçevesini çizdiğinde ısrar etmem çok basit bir nedene dayanıyor: Türk-İslam Sentezinin 1980 darbesi sonrasında siyasetin yeniden kurgulanmasında belirleyici olan bir milliyetçilik formu olarak 2013 yılına kadar devleti ve siyasetin merkezini talep eden siyasal partiler açısından kurumsal siyasetin “modus operandi”si* olageldi.
2013’te ne oldu?
Burada 2013 yılını sembolik bir dönüm noktası olarak, Gezi Parkı Direnişinde somutlanan dönemeci alıyorum. Gezi Direnişinden itibaren ne toplumsal muhalefet ne de hükümet ne de Türkiye’de kurumsal siyasetin formülleri ve alanları 1980 darbesiyle kurgulandığı haliyle kaldı.
Bu açıdan bir istisna siyasal parti düzeyindeki muhalefettir. Diğer bir ifadeyle, otuz yılı aşkın süredir, askerî rejimle başlayan, ANAP-DYP-AKP [Anavatan Partisi- Doğru Yol Partisi-AKP] hattında merkez sağın hakimiyetiyle işletilen merkez siyaseti artık tanımlayıcı gücünü yitirdi; Türk-İslam Sentezi de hegemonik işlevini…
Her iki olgu da yerini faşizme, amorf bir sağ siyasete bıraktı. Pek tabii, karşısında görülmek istenmeyen, şiddetle bastırılan toplumsal muhalefet var. Burada kurumsal iktidar – toplumsal muhalefetten bahsetmişken söyleyivereyim, artık siyasal alanın modus operandisi korku olarak belirlenebilir.
Neoliberal esneklik
Uzatmadan, Türk-İslam Sentezinin modus operandi olmasıyla neye işaret ettiğimi belirteyim. Bununla İslam’ın Türk halkının ve dolayısıyla Türkiye’de yaşayanların ‘sosyolojik gerçekliği’ olduğu tespitinin, İslam’ın Türk millî kimliğinin ayrıksı ve vazgeçilmez bileşeni olarak tespitinin, devletin otoriterliğinin retorik vurgusunun normalleşmesi, anaakım siyasetin sorgusuz retorik bileşenleri haline gelmesinden bahsediyorum.
Hâl böyle olduğunda, Türk-İslam sentezi MHP tekeline yeniden dönüyor. Tabii, bugünlerde Türkiye’deki siyasal parti siyasetinde MHP’nin duruşunun azami esnekliği, AKP’ye endeksli var oluşu, yukarıda Türk-İslam senteziyle ilgili kısa bilgiye yeni bir kesiti eklememizi gerektiriyor: Esneklik – neoliberal esneklik talepleriyle de ilişkilendirilebilecek bir esneklik. Milliyetçi retorik bu tür bir esnekliğe alan sunar. İçerisinde durduğumuz olağanüstü siyaset hallerinde bu esneklik çok daha rahat işler.
BBP’ye döndüğümüzde, bu siyasal parti, Türk-İslam sentezini siyaseten açıkça reddeder; kültürel olarak kabul eder. Siyaseten önerdiği Türk-İslam ülküsüdür; burada Türklük yerele İslam evrensele işaret eder. Aslolan hem İslam hem Türklüktür: Kapsayan, İslam’dır; ancak, öncülük Türklüğündür. BBP’nin Türk-İslam ülküsü, Türklükle Müslümanlık arasında organik, doğallaştırılan bir bağ kurar – bu bağ halihazırda ‘orada’dır; kaçınılmazdır; engellenemezdir.
AKP kurulduğundan bu yana, ‘olmakta olan’ parti olarak tanımladığım bir siyasal kurum. Bugün hâlâ olmakta mı, oldu mu; ya da belki de ‘bitti mi’; emin değilim. Tespit edebildiklerim şöyle: Yine sembolik bir tarih gerekiyorsa, 2013 yılına kadar hep (neo)liberallikle muhafazakârlık hattında oluşurken, 2013’te özellikle Gezi Direnişi karşısındaki uygulamalarından itibaren otoriterlik dozu her geçen gün artan, lidere odaklı siyaseti kurumsallaştırmasında karar kıldığı söylenebilir.
Öyleyse, AKP kuruluşundan 2013 yılına kadar merkez siyasete oynamış, bunu yaparken Türk-İslam sentezinin belirleyici olduğu bir siyasal ortamda milliyetçi dili arka planda, İslam’ın dilini gündelik yaşamda kullanıma sokmuştur. Burada, 2013 öncesinde AKP’nin Türk milliyetçi kimliğini sahiplenmediğini ileri süren sosyal bilimcilere selam etmekte fayda var. Bu sosyal bilimcilerinin söylediklerinin aksine kuruluşundan itibaren AKP hem Türklüğü hem Müslümanlığı zemin almıştır.
Öyleyse Türk-İslam sentezinin, Cumhur İttifakını oluşturan üç siyasal partinin geçmişlerindeki ortak siyasal zemin olduğunu söyleyebilirim. Kısaca, sentez söz konusu siyasal partilerin doğrudan benimsedikleri ve/ya da şart koştukları siyasal önceliklere işaret etmekten ziyade birbirinden farklı üç partinin yer aldıkları siyasal alanın işleyişini sağlayan temel kuralları koymuştur. Dolayısıyla üç siyasal parti de Türk-İslam sentezinin belirleyici olduğu bir zeminde hareket etmek durumundaydılar.
Bugünkü haliyle, sentezin artık hükmünü yitirmiş olması, Türkiye’de halihazırda yabancı olmayan şahsiyetçi siyasetin artık kurumsallaşmış olması, neoliberal kapitalizmin krizinin derinleştiği bir ortamda, AKP ve BBP ve MHP aynı siyasal kimliği benimsemekten ziyade aslında Türkiye siyasi tarihi açısından yabancı olmayan ve siyaseten ziyan bir seçim ittifakına yöneldikleri söylenebilir.
Görünen, bu ittifakın üç siyasal partiyi muhalif siyasal partiler karşısında güçlü kılmasıdır. Yanı sıra, dış politika tercihlerinde savaşı önceleyen ve bağlantılı olarak iç politika tercihlerinde Türklük ve Müslümanlığın egemen kılınması üzerinden birlik-beraberlik retoriğinden vazgeçmemiş olan üç farklı siyasal birimin bir arada hareket ediyor olmasıdır. Taktik olarak, yasal kısıtlamalara rağmen HDP’nin yanı sıra, CHP’nin ve nihayetinde İYİ Parti’nin de yer aldığı muhalif kanatlar karşısında mevzii koruma çabası olarak tanımlanabilir.
"Güvenlikçi teyakkuz hali"
Ama bu ittifakı tanımlayan zeminin ve retorik çerçevenin hâlâ Türk-İslam sentezi olduğu söylenemez. Bu halin Sünni İslam’ın Türk milliyetçiliğini yutmasıyla tanımlanabileceğini de düşünmüyorum. Bunun için BBP’nin benimsemiş olduğu Türk-İslam ülküsünün egemenliği daha uygundur – kaldı ki, bu ülküde de Türklüğün – ve milliyetçiliğin – yutulmasından ziyade İslam kardeşliği/evrensel gücü için ‘nefer’ kılınmasından bahsedilebilir.
Bunların yerine, yaşananın, kriz döneminin bir aşamasını simgelediğini söyleyebilirim. Bir yandan içeride OHAL’lerle devam ettirilen güvenlikçi teyakkuz hali, bu halin işletilmesinde araçsal olan ve yanılmayı umduğum bir şekilde seçim sonrası ortaya çıkacak siyasal tablonun temel yasal zeminini hazırlayan KHK’ler, diğer yanda, Ortadoğu’nun genelindeki karmaşadan beslenen ve bu karmaşayı besleyen, komşuyla savaşı meşrulaştırmaya dönük saldırgan dış politika beyanından bahsetmek mümkün.
Bu iki eksenin birleştiği, siyasal olanın tehdit tespiti ve tanımı üzerinden kurulduğu ve bağlantılı olarak siyasal karar alma ve seçmenle ilişkilenme aşamalarında korkunun merkeze alındığı bir siyasal arka planda, gelişiyor seçim süreci.
Tehdit vurgusu, Gezi Direnişinden itibaren artan sıklıkta duyduğumuz ve gitgide daha da yerleşikleşen bir siyasal taktik. Ancak, taktik olarak kullanılması başvurulan tehdidi siyasal alanda salt araçsal bir konuma kısıtlamıyor. Aksine, söylendikçe kurumsal iktidar sahiplerinin sözlerine ve yapıp etmelerine yerleşen ve siyaset alanının kalıcılaşan bir bileşenine dönüşmüş olduğunu söylemek mümkün.
"Rejim değişikliğinin son evresi"
Erken seçim çıkışı ve kararını bu arka plana referansla anlayabiliyorum. Buradan hareket ettiğimde kabaca son 10 yıldır deneyimlenen rejim değişikliği sürecinin son evresi olarak tespit edebildiğim 2013 sonrası dilimin kapanış noktası olarak alıyorum, 24 Haziran seçimlerini.
Söz konusu rejim değişikliği siyasetin işleyişinde, yönetim mekanizması içerisindeki rol ve yetki dağılımında, baskıcı uygulamalarla eylemlilik alanı halihazırda kısıtlanmış olan toplumsal muhalefetin yapılanmasında ve pek tabii ki, ekonomik krizin daha ne kadar, nasıl ve hangi araçlarla idare edileceğinde somutlanageldi. 24 Haziran seçimlerinin bu açıdan da örnek teşkil ettiğini düşünüyorum.
Konumuz özelinde, önümüzdeki seçimlerin Sünni Müslümanlıkla Türklük terkibinin yeni formunun artık parlamenter demokrasiyle işlemeyen bir yönetim biçiminde işlevsel olduğu bir evrenin başlangıcını oluşturduğunu söyleyebilirim.
Tabii bu başlangıcın ittifakının her birinin retoriğinde faşistik unsurların farklı tonlarda ortaya çıktığı üç siyasal partinin ittifakı olması ‘nasıl birlikte yaşarız’ sorusuna demokratik yanıtlar aramaktan vazgeçemeyenler açısından daha da endişe verici olacaktır. Sünni Müslüman-Türk terkiplerin demokratik siyaset açısından kısıtlayıcı ve netameli etkilerinin sır olmadığı bir ülkede parlamenter demokrasinin tasfiyesinin sonuçlarının iç açıcı olmayacağını kestirmek tuhaf olmasa gerek.
"Devlete dahil olmak için ittifak"
18 Nisan 1999 yerel seçimlerinde MHP'nin beklenmedik oy artışı elde etmesi üzerine yazdığınız makalede "MHP’yi devlete aynı anda hem yaklaştıran hem de uzaklaştıran temel unsur milliyetçiliktir" demiştiniz. AKP ile ittifak halindeki MHP'nin şu an devletle ilişkisini nasıl tanımlarsınız?
1999 yerel seçimleri sonrasında yazdığım makalede ‘MHP’yi devlete hem yaklaştıran hem de uzaklaştıran temel unsur milliyetçiliktir’ argümanının bugünkü karşılığına Türkiye’nin hâlâ deneyimlemekte olduğu ve yukarıda özetlediğim rejim değişikliği sürecinden doğru bakmakta fayda var.
Malûm olduğu üzere, söz konusu rejim değişikliği devletteki yapısal dönüşümü de içerisinde barındırıyor. Özellikle 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi sonrasında devlet seçkinleri nezdinde karşılaştığımız, basitçe ‘devletin kendi kendini reddiyesi’ olarak tanımlayabileceğimiz devlet içi kliklerin ve/ya da grupların ve/ya da hiziplerin doğrudan sermaye hareketliliğinde ve yoğunlaşmasında yaşanan paylaşım krizine referansla okuyabileceğimiz bir dönüşümden bahsediyorum.
Bu esnada MHP’nin milliyetçiliğin yaklaşabileceği ya da uzaklaşabileceği bir devlet biriminden ziyade yeni devlet formasyonunda kendine milliyetçiliğiyle yer edinme çabasından bahsedebiliriz.
Bunu yaparken, bir zamanlar milliyetçilikteki kusurlarıyla, milliyetçi olmamakla kıyasıya eleştirdiği AKP’nin artık reddedilemeyecek kadar açık olan Sünni Müslüman Türk milliyetçiliğini araçsallaştırdığı söylenebilir. Diğer bir ifadeyle, halihazırda Türk-İslam sentezini tedavülden kaldıran faşistik siyaset hattının bizatihi AKP tarafından işletiliyor olmasından nemalanıyor, MHP.
Bu nemalanma içerisinde AKP’yle girdiği fiilî ittifaka Cumhur İttifakı kapsamında BBP’nin de eklenmesi söz konusu faşistik hattın üç koldan tahkimini de simgeliyor: MHP’nin Türk-İslam sentezi, AKP’nin her an buharlaşmaya hazır otoriter Türk-İslamcı rejimi, BBP’nin Türk-İslam ülküsü. Bu resimde MHP’nin AKP yönetimiyle bağlantısı kurumsal iktidar çevrelerinde kendisine açtığı alanı ne olursa olsun genişleterek muhafaza etmek kaygısıyla anlaşılabilir.
Bu ittifak ve akabinde – pek tabii ki, salt MHP’yle ve salt Devlet Bahçeli’ye kısıtlanamayacak - erken seçim çağrısı MHP’nin Devlet Bahçeli yönetiminde benimsediği siyasal strateji hattı içerisinden değerlendirilebilir: Devlete sahip olunamadığında – ve muhtemelen sahipliğin bir önce aşaması niyetiyle - devlete dâhil olmak için ittifak.
"MHP, AKP'nin desteğine muhtaç"
Erken seçime Bahçeli’nin çağrısı sonrası gidildi. Bahçelinin başkanlık sistemi ve 2002 erken seçimleri çağrısı bağlamında siyasete iki kritik kırılma yaratabilme gücünü nasıl okursunuz peki?
Siyaseten keyfiliğin neredeyse tek örüntü olduğu ve şahsiyetçi siyasal tahayyülün ve pratiğin artık egemen kılınmış olduğu bir dönemde Bahçeli’nin çağrısını siyasal parti politikasından bağımsız, tek başına yapılmış bir çağrı olarak okumak mümkün. Nitekim, MHP içinde Bahçeli’ye yakın gruplardan bu konuda parti düzeyinde alınmış bir karar olmadığı iletiliyor. Öte yandan, bu çağrının nasıl yapıldığı kadar ve belki de daha önemli olan Cumhur İttifakına uyuvermiş olması. Ve Bahçeli’nin önerdiğinden çok daha erken bir tarihte mutabık kalınmış olması.
Bu ve 2002 genel seçimlerinde Bahçeli’nin çağrısının belirleyici olmuş olması kritik kırılma yaratma gücünü mü gösteriyor; yoksa yeni oluşumların milliyetçi oylar üzerindeki etkilerini olabildiğince olumlu kılmaya yönelik hamle yapmakta acelesini mi gösteriyor, bu da ayrı bir soru. MHP, 2002 erken seçimleri sonucunda parlamento dışında kalmıştı. Öte yandan, bu genel seçimlerde bunun önünü alacak garantileri sağlamış görünüyor.
Kanımca, AKP, ilk hükümetleri sırasında ağırlıklı olarak MHP ve BBP kanatlarından anti- milliyetçi olarak nitelendirilmiş olsa da, milliyetçi unsurları hiçbir zaman dışlamamıştı. Bu, özellikle 2007 yılından sonra din temelli muhafazakârlığın ‘Türk gelenekleri’yle meşrulaştırılmasında, 2013 sonrasında devletçi milliyetçi dilde ve nihayetinde bir 2015 cumhurbaşkanlığı oylamalarında işareti verilen, 2016 darbe girişimiyle birlikte geçilen aşamada kurumsal iktidar nezdinde İslamcı Türk milliyetçiliğinin sahiplenilmesinde görülebilir.
Sağ siyasal partilerde seçmenlerin sadakati bilinmedik bir durum değildir. Dolayısıyla, AKP’nin MHP’den destekli milliyetçiliğe en fazla seçmen kitlesi nezdinde ‘gürbüz’lüğünü tekrar tekrar göstermesi için ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, MHP’nin böyle bir desteğe daha fazla ihtiyaç duyduğunu, İYİ Parti ayrışmasından dolayı, AKP’nin sürdüreceği açık olan kurumsal iktidar sahipliğinden pay alabilmek için böyle bir desteğe daha fazla ihtiyaç duyduğunu söyleyebilirim.
Umarım yanılıyorumdur.
"İYİ Parti daha çok CHP'nin tabanına sesleniyor"
Bu durumda İYİ Parti, MHP varlığını sürdürmesi açısından önemli bir aktör. Ama söylemleri klasik milliyetçi söyleme çok benzemiyor. İYİ Parti, MHP tabanından oy devşirebilecek bir yapı mı? Bu ayrışma ve MHP’nin AKP’nin yan partisi gibi duruşu seçimlerde nasıl bir etki yapar?’
MHP - İYİ Parti ayrışmasının, milliyetçi tabanda yansıması olduğunu düşünüyorum ve bu yansıma MHP’nin alacağı oylarda da görünecek. Ancak, bu yansımanın ve etkinin MHP’nin İYİ Parti karşısındaki değil, CHP karşısındaki konumunu daha çok etkileyeceğini düşünüyorum.
MHP’nin AKP’yle kurageldiği ve Cumhur İttifakı’yla yerleşikleşen ittifakı halihazırda MHP’nin seçmen profilinde gözden çıkartabildiklerine de işaret ediyor. İşte bu gözden çıkartılabilen kitlenin aynı zamanda İYİ Parti’nin seçmen tabanı açısından temsilî olduğunu ve bununla bağlantılı olarak erken seçim kararında İYİ Parti’nin önünü kesmenin tâli bir amaç olduğunu söyleyebiliyorum.
İYİ Parti’nin gerek kurucularının MHP’den ayrılma sürecinde gerekse sonrasında benimsedikleri söylemsel tercihlerinde liberal burjuva ve seküler ulus-devletçi siyasal duruşa talip oldukları söylenebilir.
Öyleyse, mevcut durumda İYİ Parti, ağırlıklı olarak, çözülmekte olan rejimin orta sınıf ve üst orta sınıf seçmenine hitap ederken seküler siyasetten vazgeçmediği ölçüde MHP’den ziyade CHP’nin milliyetçi seçmen tabanı açısından rakip bir duruş geliştirebilir.
Her ne niyetle girişilirse girişilsin ve bugünden öngöremediğimiz sonuçları getirecek olsa da, bir konu açık: AKP’nin şahsiyetçi siyaset tekniğiyle işlettiği ve ilk örneğini 2015 Cumhurbaşkanlığı oylamasında gördüğümüz, seküler cumhuriyetin dayanageldiği kur(t)uluş mitinin bileşenlerinin de kullanılarak inşa edilen ‘Sünni Müslüman Türklüğün Kur(t)uluş Miti’ni Cumhur İttifakı’nın ortak iddiasında yeniden üreten bir seçim sürecindeyiz. Savaşın diliyle ve savaş gerçekliğiyle, korku siyasetiyle ve muhalif olanın baskılanmasıyla tanımlanan bir süreç, bu.
Hal böyle olduğunda, Türkiye’deki erken seçim sürecinin içeride ve dışarıda yürütülen güvenlikçi politikalarla doğrudan bağlantılı olduğunu, AKP’nin, MHP’nin ve ittifakın henüz sesi çıkmayan diğer üyesinin, BBP’nin, özellikle Orta Doğu’daki yeni savaşlar dönemine bir an önce kalıcı adım atma amacıyla birlikte değerlendirilmesi gerektiğini söyleyerek bitireyim. (HK)
* Latince: Bir şeyin ya da kişinin çalışma yöntemi veya alışkanlığı.