Yeni seçim paradigması: İktidar seçimle gelir, peki gider mi? (2)

İlk bölümde, ‘Ortadoğu çıkışsızlığı’ndan, kapitalizm ve demokrasinin gelinen evrede sorun çözme yeteneklerini giderek yitirmeleriyle ortaya çıkan ve çıkmaya devam eden sorunları tartışmaya başlamıştık. İkinci bölümde ise ‘Hegemonya ve iktidar’ alt başlığıyla devam ederek değişim, farklılaşma ve uzmanlaşma ekseninde konuyu tartışmaya devam edeceğiz.

Yeni seçim paradigması: İktidar seçimle gelir, peki gider mi? (1)
Hegemonya ve iktidar
A. Gramsci, hegemonya kavramını rıza, liderlik ve nüfuz etme anlamında, toplumda liderlik için farklı toplumsal grupların rızasını alarak onlarla uzlaşmak ve diğer kesimleri etkilemek bağlamında, baskıya (tahakküme) alternatif ya da baskıya karşı bir kavram olarak kullanıyor. Hegemonya, altına girenlerin rızasıyla inşa edildiği için burada bir dayatmanın söz konusu olamayacağı, tam tersine hegemonyanın rıza sahiplerince geliştirileceği kabulü öne çıkıyor. Bu kavramlaştırma, hegemonyanın sınıf ve sınıf bilinci oluşumuyla ilişkisini pekiştirirken, bizi de üretim ilişkileri bağlamında özellikle burjuvazi ve proletaryanın hegemonya kurma yeteneğine sahip olduğu kabulüne götürüyor.
L. Althusser’in "Hiçbir sınıf ya da zümre, hegemonyasını uygulamadan devlet iktidarını sürekli elinde tutamaz" vurgu ve değerlendirmesi ise bizi ideoloji kavramına geri götürüyor. O zaman da iktidarını devleti elinde tutarak yönetme şansını kaybetme riskiyle karşı karşıya kalan sınıf veya zümrelerin, iktidarlarını ellerinde tutabilmek için kullanacakları en önemli aygıtlardan biri olarak ideoloji, Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA) şeklinde karşımıza çıkıyor. Dinden eğitim-öğretime, aileden hukuka, siyasetten iş ve çalışma örgütlerine, kitle iletişim araçlarında, sanatsal-kültürel etkinlik ve benzerlerine uzanan DİA’lar, ideolojileriyle olamasa da, baskı aracı olma yönleriyle işlevsel kılınmaları yoluyla iktidarın korunmasında (iktidarın elde tutulabilmesinde) anlam kazanıyor. Bu anlayış, DİA’lar üstündeki hegemonyanın iktidarın sürekliliği için önemli -olmazsa olmaz bir araç- olduğuna vurgu yaparken, sınıf ve sınıf içindeki zümre iktidarlarını da kapsamına alıyor.
Devletin tüm ideolojik aygıtlarının hedefi aynıdır; üretim ilişkilerinin yeniden üretimi!
Her bir DİA, kendine özgü yoldan üretim ilişkilerinin yeniden üretimine katkı sağlar. Örnek verecek olursak:
- Siyasal aygıt, bireyleri devletin siyasal ideolojisine uydurur.
- Haber aygıtı, tıpkı kültürel aygıt gibi, tüm yurttaşları basın, radyo, televizyon ve ilgili araçlarla günlük milliyetçilik, şovenizm, liberalizm, ahlakçılık dozlarıyla besler.
- Dini aygıt, insanlara, bir yanağını tokatlayana ötekini dönecek kadar sevmeyenlerin külden başka bir şey olamayacaklarını hatırlatır.
- Okul, yıllar boyunca egemen ideolojiyle kaplanmış ‘becerileri’ ya da sadece katıksız egemen ideolojiyi tekrarlaya tekrarlaya çocukların kafasına yerleştirir.
Dolayısıyla bir insanın ya da bir toplumsal grubun zihninde egemen olan fikirler, tasarımlar sistematiği olarak da bakıp, o şekilde de tanımlayabiliriz ideolojiyi.
"Eski kültürlerde de bugünkü ideolojilere benzer, insanlara belirli bir ‘toplum görüşü’ sağlayan az veya çok sistematik ‘toplum haritaları’ görülür," diyen, ‘mahalle baskısı’ kavramının da müellefi Şerif Mardin, İslami kültürlerde dini kalıplarla şekillenen siyasi eğitim amacının güdüldüğünü, 13’üncü yüzyılda yazılan Şeyh Sadi’nin Gülistan’ının, 19’uncu asırda Osmanlı okullarında hâlâ kullanıldığını, 20’nci yüzyıl başında Rüşdiyelerde -orta okullarda- ahlâk dersinin temel kitabının Gülistan olduğunu, bu eserin insana bir ‘toplum haritası’ sağlama açısından değerini kaybetmediğini, Ahmet Ağaoğlu’nun Üç Medeniyet’ine referansla sergiliyor. Bu sergilemeden sonra Mardin, Şeyh Sadi’nin söyleminin ideolojilerden farkının, zaman boyutuna sahip olmayışına, zamansız oluşuna bağlayarak, bu anlayışın dayanağının, "Dünyada ne kadar değişme olursa olsun, esas insan ve devlet düzeninin değişmeyeceği" kabulü üzerine kurulu olduğunu söylüyor.
13’üncü yüzyıl ‘toplum haritası’nı çizen, 19’uncu ve hatta 20’nci yüzyılın başında da okullarda öğrencilere belletilen, 21’inci yüzyılda yeniden ısıtılıp gündeme taşınan bu "İslam medeniyet zümresinin ideal yönetimi" anlayışını, "Kendi memleketlerinin salâhını hükümdarlar bilir" diyen Şeyh Sadi acaba nasıl tanımlıyor?
Şeyh Sadi’nin tanımlaması, Ahmet Ağaoğlu’na göre son derece açık ve net:
"Teb’a, padişaha karşı mutlak itaat, mal, can ve hatta ırz fedakârlığıyla bağlı ve mükelleftir. Fakat Şah teb’aya karşı hiçbir vazifeyle mükellef değildir. Bütün hukuk orada, bütün vazife de teb’ada. İşte şeyhin hükümranlık, hükümet ve hükümet felsefesi hakkındaki esas fikri."[1]
Toplumsal değişim, farklılaşma, uzmanlaşma ve kurumsal yapılar
10-12 bin yıl öncesine ve hatta daha da eskilere giden yerleşik tarım toplumu kültürünün ağır ve yavaş değişimi, artı ürün birikimi ve toprak kapama eylemleri sonrası tarım dışına itilen nüfusun çoğalıp topraktan kopması, kırdan kente göçün yoğunlaşması toplumsal değişimi hızlandırdı. Kentler ve çeperlerinde geleneksel yapının ememediği kitleler oluşurken, sistem de yeni kurumsal yapılar, üretim ilişkileri, iş/çalışma alanları yaratıyor, yerleşik tarım toplumunun tekdüzeliği ise yerini farklılaşan, uzmanlaşan ilişkiler sisteminin çok boyutluluğuna adım adım terk etmek zorunda kalıyordu.
Ortaya çıkan değişme ve gelişmelerin fonksiyonu olarak toplumda tarım dışı üretimin yanı sıra farklılaşmış üretim, üretim fonksiyonları ve yeni işlevsel kurumlar gelişirken, yönetim de monarşiden oligarşiye, giderek değişime-gelişime açık yapısıyla demokrasiye doğru evrildi. Bu süreç; işçilerin, düz işçi/yarı vasıflı - vasıflı işçi/teknik donanımlı, hatta yüksek teknik donanımlı uzman vb. biçiminde farklılaşmalarını getirirken, yerleşik tarım toplumu tekdüzeliğinden heterojen sanayi toplum örgütleşmesine doğru kayarak modern toplumu üretti. Bu ise yönetimde demokrasi anlayışına oylum kazandırarak kurumsallaşmaların ve erkler ayrımı gelişmelerinin kaynağını oluşturdu.
Değişme-gelişme süreci, kapitalizmin yapısal sorunlarla karşılaşarak duraksamalarını, bir üst aşamaya atlayarak sorunları çözerek ilerlemelerini, benzer süreçlerle daha sık karşılaşarak bir üste tırmanma yoluyla sorunların çözülemez evreye gelişleri sıklaştırmaya başladı. Bu süreçte kapitalizm ya yeni çözümler ve çözüm yolları üretecek ya da geriye-ileriye gidişlerle başka bir üretim ilişkileri sisteminin etkisine gireceği günlerin önünde duramaz konuma gelecekti. Üretim ilişkileri bağrında birden çok ekonomik sistem barındırsa da, bir evreden sonra ekonomik sistemin değişimiyle üretim ilişkilerinin yeni bir evreye geçişinin önü kesilmez, kesilemez. Çünkü -uzun erimde büyük ve yıkıcı/yokedici afetler yaşanmadıkça- bu çarkın dişlileri (teknoloji, birikim ve donanımlar) nedeniyle geriye dönmesi neredeyse olanaksızdır.
Sanayi devrimi sonrası oluşan modern toplumun toplumsal mücadelelerle geliştirilen kurumsal yapı ve değerler sistemi DİA’larla donatılırken, bunların -aynı zamanda iktidarlarca- baskı aracı ve hatta gereğinde kurumları çökertme aygıtı biçiminde kullanımını da mümkün kıldığı yeni ve ilk kez ortaya çıkan bir yaklaşım değil (burada aklıma son 30-40 yıldır yaşadıklarıyla Afganistan ve Taliban geliyor). Çünkü DİA’lar, devletin devamlılığının yanı sıra, onun uyum içinde değişmesinin de (ve hatta mümkündür ki yok olmasının da) aygıtlarıdır. Ancak aynı zamanda, toplumların sınıflı ve çatışmacı gelişim yapılarıyla iç-dış toplumsal dinamikleri gelişen kurumsal yapıların çökertilme ve yok edilmelerinin önünde -toplumsal ve sistemsel geri gidişlere- engel teşkil edebilir. Dolayısıyla DİA’lar üzerinden yönlendirilen değişme ve gelişme süreçlerinin önüne sorunlar çıkabileceği, her zaman işlerin istendiği ve planlandığı gibi gitmeyebileceği de akıllarda tutulmalıdır.
Toplumsal olayları, olguları ve gelişimleri açıklayan iki farklı temel bakış açısının varlığı biliniyor. Bu bakışların ilki, teknolojik gelişimi ve üretim ilişkilerinde oluşan/oluşacak değişimleri savunan, bunun tüm toplumsal yaşama ve de ilişkilere yansıyacağını söyleyen değişimci dünya görüşüdür.
İkincisi ise, "Teknoloji gelişsin ama bu gelişme, değerlerin ve kurumların değişmesine neden olamaz, olmamalı", dolayısıyla üretim ilişkileri ve toplumsal yapılar, değerleriyle birlikte her türlü teknolojik gelişmeye karşın savunulmalı ve de korunmalı diyen muhafazakâr dünya görüşü.
Değişimci görüşü savunanlar insan, toplum ve doğa kaynaklarının rasyonel kullanım ve planlanması yanlısıyken -çelişki gibi görünse de- muhafazakâr görüş sahipleri ise (insan, toplum ve doğa kaynaklarının) her türlü müdahaleciliğe karşı, kendiliğindenci yaklaşım, kullanım ve eylemlerin savunucuları oluşlarıyla öne çıkarlar. Ne var ki insanlık tarihi ve yaşanan toplumsal gerçekler, bu görüşlerin her ikisinin de tanımlandığı kadar yalın, tekdüze ve kendiliğindenci bir akış içerisinde işlemediklerini gösteriyor. Tam tersine, süreçler oldukça karmaşık, zikzaklı, bol müdahaleli, inişli-çıkışlı gelişme zincirleri çerçevesinde yaşanıyor.
Şimdi tekrar ideolojik yükleme, yönlendirme aygıtlarına dönülecek olursa; yaşanmışlıklarla, araştırmaların da gösterdiği gibi iktidarlar, her zaman ve koşulda devletin ideolojik aygıtlarını tam olarak ya da bir kısmını denetimlerine alamayabilirler. Çünkü uygulama ve bulguların da gösterdiği gibi, eğitim düzeyi düşük, bağımlı kılınan, sürüleştirilmiş ve örgütsüz atomize bireylerden oluşan topluluklar, ideolojik yükleme ve yönlendirmelere uygun toplum kesimlerini oluştururken; eğitim ve örgütlülük düzeyleri yükselen bireyler, iktidar dışı tutulan sınıf ve katmanlar, iktidarların ideolojik yükleme ve etkilerine karşı çıkışların kaynağı haline gelirler ya da gelebilirler.
Artık biliniyor ki -iktidarların kendi başarıları için- bu egemenlik kurma eylemleri; topluma bir yandan ideolojik yükleme yapılırken, öte yandan bireylerin bağımlı kılınma mekanizmalarının işlevsel hale getirilmesiyle eşzamanlı ve güdümlü olarak gerçekleştirilir ya da gerçekleştirilebilir. Ama bu da yetmez, iktidarların uzun erimli değişim-dönüşüm planlarına sahip olmalarına ve de bu planları uygulayacak zamanlarının olmasına bağlı olarak, başarılı ya da başarısız olabilirler.
Ortadoğu’dan Avrupa’ya, Asya’dan Amerika’ya uzanan demokrasi ve kapitalizm krizi, değişme ve gelişme sürecinin yeni bir evresi olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü bu krizde egemen sorun çözme yöntemi iktidarların, iktidarlarını sürdürmeleri üzerinden ele alınarak tanımlanıyor. Bu sorun çözme yaklaşımının başarı ya da başarısızlığı ise toplumların ve dünyanın önüne iki farklı kapı açıyor ya da açabilir.
Üçüncü ve son bölümde, bu kapılara ve kapıların nereye/nerelere açıldığına odaklanacağız.
Dipnot:
[1] Şerif Mardin, İdeoloji, Sosyal Bilimler Dernegi Yayınları G-9, 1976, Ankara, s.85-100.
(ST/VC)
Yeni seçim paradigması: İktidar seçimle gelir, peki gider mi? (1)

GELİR DAĞILIMI, BÜYÜME, ASGARİ ÜCRET, AZAMİ İKTİDAR
Değişim mi, dönüştürme mi?

31 Mart seçimleri üzerinden dün, bugün, yarın (2)

31 Mart seçimleri üzerinden dün, bugün, yarın (1)

Erdoğan’la vedalaşma zamanı (geldi mi?)
