Kırılan korku ve itaat zinciridir!

Geçen ay, Yeni seçim paradigması: İktidar seçimle gelir, peki gider mi? başlıklı yazımda, dünyada sıklaşarak yaşanan kapitalizm krizinin yanı sıra Türkiye gibi birçok ülkede halen iktidarların ana çabaları olan, ‘iktidardan gitmeme’ anti-demokratik talep ve uygulamalarına değinerek yazımı şöyle bitirmiştim:
Yaşanan “geriye dönüşle geleceği garantiye alalım ve hegemonyamızı kuralım derken, kapitalizmden ileri bir üretim ilişkileri girdabına düşme korkusudur. Bu da meselenin olmazsa olmazı. Çünkü mesele -her yer ve zamanda varolan davranış biçimi olarak- mücadelede ve mücadele biçimlerinde değil, itaatta ve de kitlelerin itaatinin sağlanmasında. Çünkü mücadele sorunu, mücadele yoluyla bastırılıp, çözülebilir. Ama gerekli itaat sağlanamadıkça aşılmak istenen yollar, açılmak istenen kapılar duvarlaşır ve ne aşılır ne de açılır. İşte o zaman da tarihin çarkı kaçınılmaz olarak geriye değil ileriye doğru döner.”
İktidarların güçlerine güç katmaları, yönettikleri toplumun sosyo-ekonomik, demografik ve de politik olarak tüm sınıf, sosyal tabaka ve katmanlarını içine alan kitlelerin ana ağırlığının, iktidarın karar, uygulama ve politikalarına itaat etmeleri ya da bir başka anlatımla, rızaya dayalı hegemonyayı kabulüyle mümkün olabilir. Eğer rızaya dayalı iktidar hegemonyası kırılacak olursa, o zaman iktidarın elinde yalnızca zora dayalı hegemonya kurma araçları kalır ki, o zaman da iktidar, gitme zamanını düşünme ikilemiyle “İktidardan gitmek ya da kalmak, ama nasıl?” sorusunun korku dehlizlerinde yanıtlarını aramaya girişecektir.
İtaat, olsa olsa bir davranış kalıbı olabilir. Ve bu davranış kalıbının oluşmasında bebeklikten başlayıp, çocukluk/ergenlik/gençlik/yetişkinlik evrelerinde insanların eğitim ve öğretim süreçlerinde -örgün ya da değil- kurumlardan edindikleri bilgi ve beceriler etkili olurken, bunlar bir yandan sürekli gelişip-değişirmeye, diğer yandan da standart biçimler oluşturarak kalıplaşmaya başlar. İşte standartlaşan bu davranış kalıplarının kırılması, hele de betonlaştıktan sonra, kolay olmasa gerek.
Her toplumda insanlar sınıfsal, sosyo-ekonomik ve/veya demografik tabakasal konumlarına göre üretim biçimlerinden bağımsız olmayan davranış örüntüleri oluştururlar. Bu örüntülerin kimileri yerel, kimileri bölgesel, kimileri de evrensel davranış biçimleri olarak çıkar karşımıza. Her bir davranış kalıbı özünde birçok neden, birçok motif ve de benzeşen-benzeşmeyen öge barındırdığı için, söz konusu davranış kalıplarını bir nefeste tanımlamak ve konumlandırmak, bu tür konuların uzmanları için bile zor ve karmaşık olacaktır. Ama bu durum yine de kimi şablonların geliştirilip kullanılmasına, kullanım üzerinden bazı kaba sonuçlara ulaşılmasına engel oluşturamayacaktır. Bunun en belirgin örnekleri belki de inançlar, hukuk, ekonomi üzerinden verilebilir.
İnanca dayalı iktidar hegemonyası
İnanç ve din tartışmaya açık konulardan değildir. Ayrıca bilinir ki, dinler ve kuralları da zamana, mekâna, gelişip değişmeye açık olmayan, tartışmaya kapalı konulardandır. Dolayısıyla inanır ya da inanmazsınız. İnanıyorsanız, inancınızın gereğini yapmakla yükümlü olduğunuzu da bilirsiniz. Aynı zamanda biliyoruz ki; ne siz birini dini bir inanç için, ne de birisi/birileri sizi inancınızdan vazgeçirmek için zorlayabilir.
İnandığınız kutsal size, neyi nasıl düşünmeniz gerektiğini; neyi yapıp, neyi yapamayacağınızı söyleyecek ve de sizi inancınızın kurallarına harfiyen uymaya, yani itaata davet edecektir. Ve siz ya inanarak itaat etmeyi kabul ettiğiniz kurallarla inançlı olarak yaşamayı seçecek ya da inanç kurallarına tam olarak ya da kısmen itaat etmek dışında kendiniz için farklı yol, yollar bulup o alanlara yöneleceksiniz. Eğer yaşanan toplum buna set çekmiyor ve de inanç (inanma-inanmama) özgürlüğüne tam olarak ya da kısmen kapıları kapamıyorsa, o toplum demokrasinin en önemli özelliklerinden birini içselleştirmiş ya da içselleştirme sürecindedir denebilir. Çünkü o toplumda inanca dayalı iktidar hegemonyasına zorunlu itaat, zorunlu rıza üretme mekanizma ve sistemleri hayat bulamaz, yaşayamaz, yaşamaz.
Ancak sanılmasın ki iktidar hegemonyaları sadece din ve inançlar üzerinden oluşturulan rızaya dayalı hegemonyalardır. Oysa devletin ideolojik aygıtları, baskıya dayanmayan ideolojik bilgi ve yönlendirme mekanizmalarıyla da kitlelere ‘rıza onayı’ ürettirebileceği gibi, gerektiğinde ideolojik zorlama ve baskı aracıyla da ‘rıza olarak adlandırılamayacak olsa bile’ iktidar hegemonyasına kitlelerin itaatini sağlayabilir.
Prangalanmış bir itaatçı yaratmak
İktidarların ‘rıza’ yerine geçmek üzere ‘itaat’ üretme mekanizmaları ideolojik olduğu kadar reel ekonomi ve güçler dengesinin kullanımı üzerinden de üretiliyor olabilir. Belki bunların başında hukukun kullanımıyla korku ve yıldırma mekanizmaları gelir. Ne var ki bunların kalıcılığı için yine de sağlam bir sosyo-ekonomik baz oluşturma gereği göz ardı edilemez. Örnek verecek olursak;
> Toplumda orta ve orta üst gelir gruplarının gelirlerini kısa erimde olmasa da orta erimde azaltarak, kitlelerin gelir kaynaklarına bağımlılıklarını ise artırarak, hareket kabiliyetlerini minimuma indirip, toplumu aynı zamanda örgütsüzlüğe de iterek bireyleri tek başınalığa (atomize yaşamaya) mahkum ediyorsanız,
> Toplumda oluşan sosyal ağları sistemden yana ya da sistem karşıtı olarak ikileştirip, sistemden yana olanlara -Trump’ın Beyaz Saray işgalcilerine af, kayıt silme uygulaması yaptığı gibi- dost hukuku, karşıtlarına ise düşman hukuku uygulamasıyla ayrıştırıyorsanız,
> Toplumda mevcut yapının ürettiği sosyal hareketliliği eğitim ve üretimi değersizleştirip, sosyal ağların parçası olmayı öne çıkarıp, bireyi süreç içinde sosyal ağların parçası yaparak geleceksizleştiriyorsanız,
> Giderek yoksullaşma sürecinde elinde kalan sosyal ve ekonomik olanakları da yitireceği korkusuyla haneleri, bireyleri ‘hiç değilse bunları kaybetmeyeyim’ düşüncesine doğru zorluyorsanız,
> Böylece birey ya da haneleri, bu süreçler sonunda sosyal yardım alma evresine de getirdiyseniz, artık prangalanmış bir itaatçı yaratabilmenin tüm yollarını açımışsınız demektir.
Oysa biliniyor ki, güçlü devlet sosyal yardımlarla değil, sosyal hakların özgürce kullanımı ve geliştirilmesi yoluyla görünmezleşen bir yapı üretmek durumundadır. Dolayısıyla, görünürlüğü her an artan ve her yerde mevcut yapılarıyla güç gösterisine girerek güçsüzleşen devletler devasa varlıklar olarak görünmeyi seçerek, acaba güçsüzleşmelerini mi kamufle ediyorlar?
İktidarların çelişkileri ve artan başkaldırılar
Ortadoğu’dan Asya, Avrupa, Amerika’ya, ABD’den Çin’e ve İran’a, Rusya’dan AB’ye uzanan bir karmaşa içinde tek tek tüm ülkelerde ve arayışlarıyla ‘ben devletim’ diyen iktidarların çelişkileri her yeri ve ortamı kaplamaya başladı. Aynı süreçte farklı toplumlarda, farklı biçim ve özlerde kitlelerin iktidarlara başkaldırıları gözleniyor. Kitlelerin birçok ülkede ‘itaat’ ve ‘korku’ içinde bağımlılık zincirlerini kırdıklarına ilişkin davranış görüntüleri yansıyor sosyal medyalara, kitle iletişim araçlarına.
Elbette Türkiye de bu süreçten âri değil. Çünkü bu süreçler, ülkelere sadece dış dinamiklerle taşınan olgular olarak yansımıyor, her ülkenin iç dinamikleri bu süreci hızlandırıyor ya da yavaşlatıyor. Türkiye, son dönemlerde bu süreçlerin en hızlı ve yoğun yaşandığı ülkelerden sadece biri. Önümüzdeki günler, yani 21’inci yüzyılın ilk yarısı, 20’nci yüzyılın ilk yarısından çok daha büyük ölçekli değişmelere gebe görünüyor. Umalım ki bu süreç, en az çatışmalı, savaşsız bir şekilde yürüsün ve de tüm dünyayı paranın esiri olunmayan, sosyal hukuk devletinin de ötesinde çok daha eşitlikçi yeni bir evreye taşısın.
(ST/VC)
Yeni seçim paradigması: İktidar seçimle gelir, peki gider mi? (3)

Yeni seçim paradigması: İktidar seçimle gelir, peki gider mi? (2)

Yeni seçim paradigması: İktidar seçimle gelir, peki gider mi? (1)

GELİR DAĞILIMI, BÜYÜME, ASGARİ ÜCRET, AZAMİ İKTİDAR
Değişim mi, dönüştürme mi?

31 Mart seçimleri üzerinden dün, bugün, yarın (2)
