*Fotoğraf: Fikri Bayhan, Antalya Manavgat yangını, Orman İşletme Müdürlüğü’nün tabelası
Bianet’te yer alan son iki yazımda (Link1 ve Link2) orman yangınlarının içme suları üzerindeki son yıllarda epeyce tartışma konusu olan olumsuz etkilerini ele almaya çalıştım. Bu son yazı ile bu konuya şimdilik bir nokta koyacağım.
İklim krizi nedeniyle geniş ölçekli hasara, yıkıma yol açan yangın, sel, fırtına gibi felaket olarak nitelediğimiz olayların görülme sıklığının artacağı ve bu olayların etkilediği coğrafi alanların ve şiddetinin daha büyük olabileceği çeşitli yayınlarda-raporlarda dile getiriliyor. Bu olayların sadece belirli bir bölgeyle sınırlı ve geçici olduğunu düşünme eğilimindeyiz. Buna ek olarak, yol açtığı ve açacağı sorunların ne kadar belirsizlik içerdiği hakkında ise epeyce az şey biliyoruz.
Dolayısıyla bakış açımızı değiştirmemiz, açığa çıkan olumsuz etkilerin belirsizliklerle-bilinmezliklerle dolu olduğunu, geçici olmadığını, sadece olayın gerçekleştiği bölge ile sınırlı değil çok daha geniş, kimi zaman ülkeler arası bir boyutta olabileceğini dikkate almamız gerekiyor. Bu tarz bir bakış açısının disiplinler arası bir nitelik taşıdığını ve çözüm noktasında da güçlü, iyi organize olmuş ve sorumluluk taşıyan kamu kurumları gerektirdiğini düşünüyorum.
Kaliforniya yangınından öğrenilenler
Örneğin son yıllarda yaşanan orman yangınları sadece önleme ve söndürme noktasında değil, yangın sonrasında, yangının olumsuz etkilerini belirleme, kontrol etme ve izleme noktasında da yapılması gereken çok şey olduğunu, yangının söndürülmesi ile sorunun çözülmediğini, yaygın etki ve kalıcılık açısından yeni sorunlarla yüz yüze olduğumuzu gösteriyor.
Yangınların ya da yanma sürecinin toksik kimyasal maddeler ürettiği uzun yıllardır biliniyor. Orman yangınları da benzen, kükürt dioksit, nitroz oksitler, polisiklik aromatik hidrokarbonlar ve ağır metaller başta olmak üzere çok sayıda toksik madde açığa çıkarır. Bu maddeler toprağa, havaya ve suya karışabilir. Son yıllarda ortaya çıkan geniş ölçekli ve yerleşim bölgelerini de içine alan yangınlarda olumsuz etkilerin çok daha geniş bir alana yayılabileceği de sıklıkla gözleniyor.
Örneğin 2018'de ABD Kaliforniya bölgesinde gözlenen yangında havaya karışan kurşun ve çinkonun çok uzak, yangından hiç etkilenmeyen bölgelere kadar taşınabildiği belirlendi. Buna ek olarak rüzgârların, yanan ağaçlardan ve bitki örtüsünden yayılan PM2.5 olarak bilinen (aerodinamik çapları 2,5 mikrometreden daha küçük olan partiküller) partikülleri binlerce kilometre öteye kadar kolayca taşıyabildiği de belirlendi.
Bu partiküller solunduğunda akciğerlere girerek çeşitli sağlık sorunlarına neden olabiliyor.
Bu örnekleri vererek bir kaygı yaratmak istemiyorum, aksine yüz yüze olduğumuz sorunların büyük belirsizlikler taşıdığına, içinde olalım ya da olmayalım hepimizi ilgilendirdiğine ve gösterdiğimiz bireysel çözüm çabalarını da bünyesinde toplayabilecek, iyi organize olmuş kamu kurumlarına ihtiyaç olduğuna işaret etmek istiyorum. Bu konuyu, kapsamını epeyce daraltıp, yangınlar ve sulardaki kimyasal kirliliğe yol açan bazı toksik kimyasal maddeler üzerinden örnekleyerek anlatmaya çalışacağım.
Yangın ve suya bulaşabilen yeni kirleticiler
Sulara bulaşma ihtimali olan toksik kimyasal maddelerin yelpazesi çok geniş. Bu maddeleri tespit edebilmek üst düzey bir laboratuvar donanımı gerektiriyor. Halk sağlığının önemsendiği bir ülkede sularda toksik kimyasal maddelerin bulunup bulunmadığını ve varsa ne miktarda bulunduğunu tespit etmek amacıyla rutin analizler yapılması gerekir. Ne var ki, yapılan analizlerde genel olarak yasal mevzuatta belirtilen toksik kimyasal maddeler araştırılır.
Dolayısıyla suda bulunması muhtemel ama analiz kapsamında yer almadığı için suları kirlettiğinden haberdar olmadığımız kimyasal maddelerin suda bulunması mümkündür. Örneğin yasal mevzuatlarda yangın sonrası açığa çıkan ve sulara karışması muhtemel bazı toksik kimyasal maddeler yer almamaktadır. Bu konuda, sularda dezenfeksiyon işleminin yan ürünlerinden biri olan haloasetonitriller ilk sırada yer alan toksik kimyasalların başında geliyor.
Fotoğraf: Barış Ilgaz Şık/Yangın söndürme uçağı
Suları hijyenik kılmak amacıyla yapılan dezenfeksiyon işleminde, suda bulunan doğal organik maddeler ile inorganik maddeler, suları dezenfekte etmek için kullanılan kimyasal maddelerle reaksiyona girerek trihalometanlar, haloasetik asitler ve haloasetonitriller gibi çeşitli gruplar altında toplanan dezenfeksiyon yan ürünlerini (DYÜ) oluşturabiliyor. Sulardaki trihalometan ve haloasetik asit grubuna giren dezenfeksiyon yan ürünlerinin sayısının 600 civarında olduğu belirtiliyor; ancak dezenfeksiyon yan ürünlerinin toplam sayısının 1000’i aşacağı tahmin ediliyor.
Bu noktada sulara uygulanan dezenfeksiyon işleminin zararlı olup olmadığı sorusu akla gelecektir. Dezenfeksiyon işleminden vazgeçilemez. Zorunludur. Suların dezenfekte edilmemesinin yol açacağı sağlık riskleri dezenfeksiyon yan ürünlerinin yol açacağı sağlık riskleri ile kıyas bile edilemez. Dünya Sağlık Örgütü, ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Kurumu vb. örgütlerin görüşleri bu doğrultudadır.
Sudaki dezenfektasyonlar
Küresel ortalama sıcaklıklardaki artışların sulardaki dezenfeksiyon yan ürünlerinden biri olan trihalometanların oluşumunun da artmasına yol açacağı tahmin ediliyor. Küresel ortalama sıcaklıklardaki artışlar orman yangınlarının sıklığını artırıcı yönde etki gösteriyor. Orman yangınları da yol açtıkları su kirliliği ile bromlu trihalometanlar, haloasetik asitler ve haloasetonitrillerinin oluşumunu artırabiliyor. Mesele sadece toksik kimyasallarla da sınırlı değil, su temini ve arıtımı faaliyetlerinde maliyet artışlarına yol açan olumsuz etkilerin de ortaya çıkacağı tahmin ediliyor. Yanmış bölgelerden su havzalarına aktarılan çözünmüş organik maddenin miktarındaki ve bileşimindeki değişiklikler, su arıtma işlemlerinin performansını ve dezenfeksiyon yan ürünlerinin oluşum sürecini etkileyebiliyor…
Konuyu çok dağıtmak istemiyorum, özetle şunu söyleyebilirim: Halk sağlığını ve doğal hayatın sağlığını ilgilendiren meselelerin giderek daha karmaşık ve çözümü zor bir hale dönüştüğü bir sürecin içindeyiz. İklim krizinin bir tarifi de budur. Bu bağlamda baktığımızda, her türlü koruyucu, onarıcı faaliyetin büyük önem taşıdığı bir sürecin içinde olduğumuzu da bir an önce fark etmemiz gerekiyor.
Toprak, orman, su gibi hayatın devamlılığını sağlayan fiziki varlıkların üzerine titremek gerekiyor. Bu konuda yapılacak işlerden biri de yangın sonrasında su havzalarındaki kirliliği dikkatle izlemek ve gereken önlemleri almaktır. Bu noktada tekrar dezenfeksiyon yan ürünleri meselesine devam edebiliriz.
Belirsizliklere yanıt üretmek
Dezenfeksiyon yan ürünleri içinde yer alan haloasetonitriller için şu anda herhangi bir yasal düzenleme mevcut değildir. Bir başka deyişle haloasetonitriller için suları güvenli kılacak eşik seviyelerin ne olduğu belirsizdir.
Haloasetonitriller trihalometanlara kıyasla çok daha yüksek derecede sitotoksik (hücrelere zarar veren) ve genotoksik (genlerde hasara yol açan) özelliğe sahiptir.
Mevzuata konulmalı
Haloasetonitrillerle ilgili kontrol ve izleme parametrelerini içme suyu mevzuatına eklemeye yönelik çalışmaları yapmak gerekiyor. Daha genel bir çerçevede içme suyu mevzuatı, yerleşim bölgelerini etkileyen, su havzalarına ve su taşıma-dağıtım sistemlerine zarar veren felaket durumlarını dikkate alacak şekilde gözden geçirilmelidir. Örneğin bina, ev, işyeri gibi yapıları etkileyen yangınlarda, içme su hattına bir toksik kimyasal madde karışıp karışmadığını belirlemeye yönelik yaklaşımlar da mevzuata eklenmeli.
Burada sadece haloasetonitrillere değindim ancak meselenin kapsamı çok geniş ve karşı karşıya olduğumuz belirsizlikler de çok fazla. Sadece yangın çerçevesinde baktığımızda bile sulara bulaşması muhtemel kirleticiler, bu kirleticiler arasındaki etkileşimler ve yol açacakları sağlık sorunları hakkındaki bilgilerimiz son derece az. Bu meseleler 2017 yılında Kaliforniya bölgesinde açığa çıkan yangınların üzerinden dört yıl geçmesine rağmen, ABD’deki ilgili kamu kurumları ve akademik kurumlarda hala ciddi bir tartışma konusu.
Barış Ilgaz Şık, Marmaris yangınından |
Orman yangınlarının, bitki örtüsü, bölgedeki insani yerleşim, endüstriyel faaliyetlerin varlığı ve niteliği, peyzaj ve hidrolojik faktörler gibi mekânsal olarak karmaşık desenlere bağlı heterojen yapısı, içme suyu temini ve arıtımı üzerindeki yangın sonrası etkilerin neler olacağı sorusunun yanıtını epeyce belirsiz kılmaktadır.
Eşik değerler belirlenmeli
Bu belirsizliğe hızla yanıt üretmek gerekiyor. Örneğin, bir yangın sonrasında su havzaları, içme sularının ve su altyapısının güvenliği konusunda kesin bilgi elde etmek için ne tür testlerin gerekli olduğu ve içme suyunun temiz olarak nitelenebilmesi için hangi eşik değerlerin kullanılması gerektiği konusu henüz açıklığa kavuşmadı. Varolan eşik değerlerin koruma sağlama açısından yetersiz kalacağına dair tartışmalar var.
Örneğin Kaliforniya bölgesindeki yangınlar sonrasında yapılan araştırmalarda, içme sularında bulunabilen benzen için konulan eşik değerin (ülkemizde geçerli mevzuatta olduğu gibi bir litre suda 1 mikrogram) değiştirilerek, daha aşağıya 0.5 mikrogram düzeyine düşürülmesinin halk sağlığını koruma açısından daha uygun olacağı önerildi-. Bu noktada, ABD’de işler daha iyi yürüyor gibi bir düşünceye yol açmak istemem. İçinde olduğumuz şartlarda yaşanan ve yaşanacak felaketlere karşı (görebildiğim kadarıyla) hiçbir ülkenin ciddi bir hazırlığı yok.
Hazırlıklı olmak
Meseleyi sadece su üzerinden ve çok kısmi olarak ele aldım, ancak, az çok tahmin edilebilir bir dünyadan belirsizliklerin hüküm sürdüğü, öngörü gücümüzün yetersiz kalabileceği, meselelerin daha çok karmaşıklaşacağı bir dünyaya doğru yol aldığımızı sezdirebildiğimi sanıyorum.
Beklenmedik durumlara karşı hazırlıklı olmalıyız.
İklim krizini önlemeye yönelik çabaların büyük bir değer taşıdığı ve öncelikli olduğu açıktır. Bu çabaları yürütmek ve sonuç alabilmek güçlü bir kamusal mücadele gerektiriyor; ancak, mevcut durumda her şeyin daha kötüye gideceği güçlü bir ihtimal olarak görünüyor.
İklim krizinin hâlihazırda açığa çıkardığı ve zaman içinde açığa çıkaracağı sorunların karmaşıklığı ve büyüklüğü düşünüldüğünde, bu sorunlarla baş edebilmek ya da en azından toplumsal hayatı devam ettirebilmek için güçlü, iyi organize olmuş, halkın çıkarlarını ve doğal hayatın devamlılığını öncelikli gören kamu kurumlarının ne kadar gerekli olduğu çok açık.
Kurumlara ihtiyaç var
Bireysel olarak yapabileceğimiz şeyler olsa da son yaşadığımız yangın felaketi gibi büyük sorunlar kamu kurumlarının yapısı ve işlevi üzerinde yeniden düşünmeyi gerekli kılıyor. Sorunlar açığa çıkmadan koruyucu-önleyici yaklaşımlar geliştirebilmiş, sorunlar açığa çıktığında yaygın ve hızlı bir şekilde müdahale edebilen, zamana yayılan olumsuz etkileri izleyebilmek ve kontrol edebilmek için imkânlara sahip ve yerelde örgütlenmiş kamu kurumlarına büyük bir ihtiyaç var. Bu örgütlenmelerin yurttaşların katılımına olabildiğince açık kılınması da bir gereklilik. Bu ihtiyaç gün geçtikçe daha çok belirginleşecek.
Son 40-50 yıl içinde neoliberal sistemin ortadan kaldırdığı, özelleştirdiği, piyasaya entegre edip işlevsiz kıldığı kamu kurumlarını disiplinler arası bir bakış açısıyla yeniden oluşturmak ve var olanları da yeniden organize etmek gerekiyor. Daha geniş bir çerçevede bakıldığında farklı bir devlet yapılanmasına gerek olduğunu düşünüyorum. Bu gereklilik zaman içinde çok daha net bir şekilde kendiliğinden belirginleşecek.
Herkesin sorumluluğu
Dolayısıyla beslenmeden gıda güvenliğine, sağlıktan eğitime uzanan bir çizgide bireyselleştirilen, kişisel olarak çözülmesi gerektiği vaaz edilen her sorunun, toplumla, toplumsal hak mücadeleleri ile olan bağını göstermekten bıkmamak gerektiğine inanıyorum. Bu meseleyi, daha farklı, eşitlikçi ve adaletli bir toplumsal hayat kurma mücadelesinin bir parçası olarak gördüğümü de eklemeliyim. Bunu kaçınılmaz, geciktirilemez bir siyasal sorumluluk olarak görüyorum. Bir değişim sağlamaya gücümüz yeter mi ya da yetecek mi bilmiyorum. Dünyayı değiştirmeye gücümüz yetmese de kurtarmaya yeter belki. Kurtarmakla değiştirmek de aynı şeydir belki de. İyimser olmayan bir umut işte…
(BŞ/NÖ)