Şu ana kadarki seyrine bakarsak en sıkıcı dünya kupalarından birini yaşıyoruz. Öyle görünüyor ki Güney Afrika 2010'u nefes kesen maçlar ya da enfes gollerle değil vuvuzelayla hatırlayacağız. Hep birlikte üflendiğinde binlerce arının vızıltısını andıran bu uzun plastik borazan sahadaki oyunun kendisinden çok daha fazla tartışma kopardı.
Tartışmanın bir kutbunda çeşitli gerekçeler ileri sürerek vuvuzelanın yasaklanmasını talep edenler yer alıyor. Karşı kutbu ise kültürel çeşitliliği sahiplenen vuvuzela yanlısı eğilim oluşturuyor.
Yasakçılar ve Çokkültürcüler
Yasakçılar, vuvvuzelanın maçları özellikle televizyon başındaki seyirciler açısından dayanılmaz hale getirdiğini savunuyorlar. Ayrıca söz konusu enstrümanın, 120 desibeli aşkın sesiyle tribünlerdeki taraftarlarda kalıcı işitme kaybına sebep olabileceğini vurguluyorlar. Vuvuzelanın futbolda hayati öneme sahip saha içi iletişimi bir hayli zorlaştırdığı ve pek çok oyuncunun konsantrasyonunu olumsuz etkilediği de yasakçıların öne çıkardığı argümanlar arasında.
Öte yandan çokkültürcülüğü benimseyenler vuvuzelanın Afrika kültürünün bir parçası olduğunu ve bu nedenle herkesin onu kabullenmesi gerektiğini ileri sürüyorlar. En son Fifa Başkanı Sepp Blatter'in de saflarına katıldığı bu kesime göre vuvuzela Afrikalıların eğlenme ve kendilerini ifade etme biçimi, dolayısıyla yasaklanması düşünülmemeli bile.
Bu tartışmanın çok da sağlıklı olduğunu söyleyebilmek mümkün değil. Yasakçılar, farklı bir pratiği anlamaya çalışmak ve bir orta yol aramak yerine muazzam bir tahammülsüzlük içinde kendi futbolseverlik ve taraftarlık tarzlarını Afrikalılara dayatmaya çalışıyorlar.
Buna karşın diğer kamp da yasakçıların öne sürdüğü somut argümanlara cevap vermek yerine soyut bir Afrika kültürüne referansla herkesten vuvuzelaya saygı göstermesini istiyor. Böylece farklı kültürel pratikleri değerlendirebileceğimiz birtakım evrensel değer ve standartların varlığı reddediliyor, bir pratiğin ait olduğu kültür açısından ne derece merkezi bir yer işgal ettiği o pratiğin meşruluğunun en temel kriteri kabul ediliyor.
Kültürelci Dünya Görüşü
Bu mantığın arkasındaki kültürelci dünya görüşünü ifşa etmek önemli. Zira bu görüş, yalnızca gelişmiş Batılı ülkelerde sayıları giderek artan etnik ve kültürel azınlıklarla baş etmek için uygulamaya konan çokkültürcü politikalara temel oluşturmuyor; aynı zamanda sosyoekonomik eşitsizliklerin derinleştiği, fakat etnik ve kültürel kimliklere ilişkin taleplerin sınıfsal talepleri gölgede bıraktığı neoliberal küreselleşme sürecinin en önemli payandalarından da birini teşkil ediyor.
En basit tanımıyla kültürelcilik, kültürü içinde üretildiği sosyal ve siyasi bağlamından kopararak ele alma eğilimini ifade ediyor. Böylece kültür tüm toplumsal ilişkilerin başat belirleyeni, her türlü sosyal olguyu açıklamada başvurulacak temel değişken olarak kodlanıyor. Diğer bir deyişle sosyal ve siyasi meseleler kültür sorununa indirgeniyor.
Bu sayede toplumsal sorun ve eşitsizliklerin kültürel farklılıklar üzerinden izah edilmesi mümkün hale geliyor. Örneğin Amerika'daki siyahlar arasında suç oranlarının beyazlara kıyasla yüksek oluşu ya da ülkemizdeki Romanların yoksulluğu tartışma konusu olduğunda bu toplulukların içinde bulunduğu sosyal şartlar değil suça yatkınlıkları, tembellikleri ya da şehir hayatına uyum sağlayamayışları vurgulanabiliyor. Bu ise söz konusu sorun ve eşitsizlikleri doğallaştırmaya ve meşrulaştırmaya yarıyor.
Farklılıkların Mutlaklaştırılması
Kültürün toplumsal ilişkilerden soyutlanması ona değişmez bir öz atfedilmesine de neden oluyor. Kültürelci dünya görüşü, kültürel grupları birbirlerinden keskin çizgilerle ayrılan homojen bütünlükler olarak kurguluyor.
Kültürün akışkan, çelişkili ve sürekli mücadeleye konu olan doğası göz ardı edilerek kültürel kimlikler sabitleniyor, topluluklar arasındaki farklılıklar mutlaklaştırılıyor. Böylelikle farklı etnik ve kültürel gruplar arasındaki diyalog ve etkileşim zayıflıyor. Bu, pek çok düşünürün altını çizdiği gibi ezilenler arasındaki potansiyel dayanışmayı baltalayarak küresel seçkinlerin ekmeğine yağ sürüyor.
Çokkültürcülük ya da Yeni Irkçılık
Dahası, bu kültürelci dünya görüşünün üzerine inşa edilen çokkültürcü politikalar, farklılıkların korunması ya da farklılıklara saygı adına bir yandan kültürel grupları birbirlerinden ayrıştırırken diğer yandan bu topluluk aidiyetlerini kendi içlerinde kemikleştiriyor ve grup içi hiyerarşileri takviye ediyor.
Bazı Batılı ülkelerde Müslümanların evlilik ve miras gibi meselelerini kendi şeriat mahkemelerinde halledebilmesinin tartışılması buna iyi bir örnek olarak gösterilebilir. Bu tür uygulamaların özellikle zayıf durumda olan bireyleri kendi kültürel gettolarına mahkum kılacağı ve sosyoekonomik dinamiklerin de beslediği cemaatleşme eğilimini iyice güçlendireceği açık.
Tüm bunlar göz önüne alındığında çokkültürcülüğü yeni ırkçılık olarak tanımlayan düşünürlere hak vermemek elde değil.
Sonuç Yerine
Irkçılığa, ayrımcılığa ve asimilasyonculuğa karşı farklılıkların biraradalığını savunmak hepimizin görevi. Ancak vuvuzela tartışmalarına da damgasını vuran kültürelci dünya görüşünün ve bu görüş üzerine inşa edilen çokkültürcü politikaların farklılıkları mutlaklaştırma eğilimine karşı da dikkatli olmak gerek.
Vuvuzela ya da başka bir kültürel pratikle ilgili tartışmalar ne dar yasakçı ne de sığ çokkültürcü yaklaşımlarla çözülebilir. Habermas'ın savunduğu gibi tüm tarafların birbirlerinin arzu ve endişelerini anlamaya çalıştığı eleştirel, akılcı ve demokratik bir tartışma ortamı yaratıp ortak iyiye ulaşmak için çabalamak gerekiyor.
Evet, akıl ve bilimin kadir-i mutlaklığına ve evrensel doğrulara olan Aydınlanmacı inancı eskisi gibi sorgusuz sualsiz kabul etmek mümkün olmayabilir. Fakat bazı değerlerde ortaklaşmak üzere yürütülecek akılcı bir müzakere ve mücadele sürecinden vazgeçmek için de herhangi bir neden yok. Aksini iddia etmek politikadan, dünyayı değiştirme amacından vazgeçmektir. (KM/EÖ)
* Bu yazıyı hazırlarken Ayşe Buğra ve Ayşen Candaş Bilgen'in Boğaziçi Üniversitesi'nde verdikleri "Karmaşık Toplumlarda Dayanışma" adlı dersin okumalarından faydalandım.