Ufak bir eylemci grubun Taksim Gezi Parkı’nda ağaç kesimine karşı başlattığı ve güvenlik güçlerinin orantısız şiddeti sonucunda tüm ülkeye yayılan direniş üç haftayı geride bıraktı. Başta apolitik oldukları varsayılan gençler olmak üzere milyonlarca insan kamusal mekanların ve yeşil alanların rant uğruna talan edilmesine, polis terörüne, hızla otoriterleşen AKP hükümetine, başbakanın kibirli ve ayrımcı söylemine, muhafazakar değerler sisteminin tüm topluma empoze edilmesine, medya sansürüne, yolsuzluklara ve terazisi bozuk adalete karşı sokaklara döküldü.
Temelsiz beklentiler
Gelinen noktada “her şey bitti, yenildik” yorumları yapanlar var. Bu yorumlar Gezi’den Tahrir çıkarmak gibi olmadık bir hayale kapılan çok küçük bir azınlığın yaşadığı düşkırıklığını yansıtıyor. Evet hepimiz “Tayyip İstifa” diye bağırdık ama direnişin retoriğiyle stratejisini karıştırmamak lazım. Türkiye Mısır, Erdoğan da Mübarek değil. Başbakan bu süreçte muhtemelen azalmış olsa da hala büyük bir kitle desteğine sahip. Dahası, Orta Doğu’da oynadığı rol nedeniyle A.B.D., A.B. ve İsrail gibi küresel güçleri bir süreliğine de olsa arkasına almış durumda. Bu nedenle A.B.D. ve Avrupa’dan Erdoğan’a yöneltilen eleştirilerin kısa vadede pek bir anlamı yok. Son olarak AKP milletvekilleri ve teşkilatın önde gelenleri arasında bu olayların yol açacağı vicdani bir çatlak beklemek de beyhude görünüyor. Zira Erdoğan’ın çevresindeki bu ilk halka birbirlerine çok güçlü bir çıkar bağıyla bağlı kimselerden oluşuyor. Alacakları ihaleler ve yakınlarına dağıtacakları mevkiiler Erdoğan’ın liderliğine bağlı olan bu küçük derebeylerinden “yatırımlarını” riske atmalarını beklemek gerçekçi olmaz.
Eldeki kazanımlar
Peki o halde mevcut durumu nasıl okumak ve bundan sonra ne yapmak gerekiyor? Evvela Gezi direnişinin son derece önemli kazanımları olduğunu görmeliyiz. Gezi’deki yıkım şimdilik durdu, Tabiat Kanunu askıya alındı, başkanlık planları rafa kalktı, toplumsal muhalefet gücünü keşfetti, iktidar sınırlarının farkına vardı, sol popülerleşti, popüler kültür muhalif bir kimlik kazandı, hükümetin demokrasi maskesi düştü ve altındaki faşizan gerçeklik tüm çıplaklığıyla deşifre oldu.
Belki de en önemlisi yıllardır Türk/Kürt, Alevi/Sünni, dindar/dindar olmayan, sosyalist/ulusalcı, alt sınıf/beyaz yakalı, Beşiktaşlı/Fenerli/Galatasaraylı… diye bölünen insanlar demokrasi, özgürlük ve eşitlik talepleriyle biraraya geldiler, yapıcı bir diyaloğa girdiler, birbirlerini anlamaya başladılar.
Artık her yer Taksim her yer mücadele olmalı
Tüm bunlar günlerdir Türkiye’nin dört bir yanında biber gazına, tazyikli suya, plastik mermiye, copa ve çivili sopalara karşı yalnızca bedenleriyle, vicdanlarıyla ve mizahla direnen alınlarından öpülesi insanlar sayesinde mümkün oldu.
Fakat artık cesarete stratejik akıl da eşlik etmeli. Daha doğrusu orantısız şiddete karşı başından beri en büyük silahımız olan orantısız zekanın geri plana itilmesine fırsat verilmemeli. Başbakan her konuşmasında gerilimi tırmandırıyor. Polisiyle, jandarmasıyla, yargısıyla, eli sopalı sivil milisleriyle ve yandaş medyasıyla halkının bir bölümünü terörize ediyor. Bu şekilde meşru toplumsal muhalefeti devletin baş etmeyi en iyi bildigi alana, yani şiddet alanına çekmeye ve direnişin toplumsal desteğini sönümlendirmeye çalışıyor. Unutmayalım, benzeri bir strateji çok daha yoğun bir biçimde 1977-80 arasinda uygulamaya sokuldu ve başarılı oldu.
Bir geçişe ihtiyacımız var. Eldeki kazanımlardan yola çıkarak mücadeleyi yeni bir boyuta taşımaya ihtiyacımız var. Artık gerçekten her yer Taksim her yer mücadele olmalı. Derhal hayatın her alanını politik bir karnavala dönüştürmek ve seçim atmosferine sokmak zorundayız. Üniversitelerde, iş yerlerinde, fabrikalarda, kahvelerde, parklarda, stadyumlarda, konser alanlarında yaratıcı eylemler gerçekleştirmeli ve arkadaşlarımıza, komşularımıza, meslektaşlarımıza, kısacası diğer yüzde 50’ye derdimizi anlatmaya koyulmalıyız. Sokaklarda ise “bir yere kaybolmadık, buradayız” demek ve demokratik taleplerimizi haykırmak için belli aralıklarla kalabalık mitingler gerçekleştirmeliyiz. Dün gece itibarıyla mücadele repertuvarımıza giren duran adam ve duran kadınlar (hatta duran kediler) bu yaratıcılığa çok güzel bir örnek teşkil ediyor.
Özellikle yerel seçimler için bu süreçte öne çıkan doğal önderler etrafında birleşmeli ve şimdiden çalışmalara başlamalıyız. İstanbul ya da Ankara’dan birinin, toplumsal muhalefetin üzerinde uzlaşacağı bir aday tarafından kazanılması bize muazzam bir güç katacaktır. Benzeri bir şekilde mensubu bulunduğumuz sivil toplum kuruluşlarını, demokratik kitle örgütlerini ve siyasi partileri, Gezi direnişinin öne çıkardığı genç liderleri yönetici pozisyonlara getirmek üzere zorlamalıyız.
Bitiriken
Gezi Parkı’na tahammül edemediler çünkü bambaşka bir dünyanın, yani katılımcı, adil, özgür ve kardeşçe bir dünyanın nüvelerini barındırıyordu. Fakat bir noktayı gözden kaçırdılar: bu farklı dünyanın tohumları şimdi ülkenin dört bir yanına dağıldı.
Karamsarlığa gerek yok. AKP’nin neoliberal/muhafazakar senteze dayalı hegemonyası hiç bu kadar kırılgan, zayıf ve özgüvensiz olmamıştı. Bu, anlık bir bilek güreşi değil; uzun soluklu, demokratik ve sivil bir mücadele. Hepimize kolay gelsin. (KM/HK)
* Kerem Morgül. Doktora Öğrencisi, Wisconsin Üniversitesi-Madison, Sosyoloji.