Yaptığınız iş her ne ise, özü hikâye anlatmaktan geçiyorsa eğer, hayatınızda kaç kere neşesi hiç sönmemiş yaşlı bir sihirbazla tanışabilirsiniz.
Üstelik bir de bu sihirbazın hayranlık uyandıracak görsellikte yemekler yaptığını düşünün. Karşınızda; şu an yaşadığından bile emin olamadığım, bu dünyaya ışık saçmaya gelmiş, eski sihirbaz, yeni amatör şef “Loui”!
Ada ülkesinde yaşamaya başladıktan sonra, zaman içinde denize girme eyleminin aklımdaki karşılığının farklılaştığını anlıyorum.
Denize girme eylemi önceleri aklımda sadece tatil kelimesi ile karşılık bulurdu. Şimdilerde artık yürüyüş yapmak kadar doğal, sabah güneşin doğuşu, akşam da batışıyla beraber gerçekleştirdiğim günlük bir egzersiz rutini.
Arkadaşımla sözleşip akşam üstü sahile varıyoruz. Burası bir kıyı değil. Büyük bir otelin arka kısmında kalan, turistlerin pek bilmediği, daha çok adalıların balık tutmak için geldiği açıklık bir alan. Denizden çıkıp kurulanıyoruz.
Biraz nefeslenmek için örtülerimizi beton alana serip denizden gelen hafif rüzgârın tadını çıkarıyoruz. Hemen önümüzde biri yaşlı, biri orta yaşlı iki adalı erkek balık tutuyor.
Özellikle yaşlı olanın neşesine diyecek yok. Aramızdaki mesafe çok az olduğu için yaşlı olan kayıtsız kalmayıp selam veriyor.
Aksanımızdan oralı olmadığımızı anlıyor. Türkiyeli olduğumuzu söyleyince hemen Osmanlı kuşatmasından bahsediyor ve; “Aahh *Cannizari! Şükürler olsun ki Türkler Malta’yı fethedemedi” diyerek konuyu kapatıyor. Biraz sonra pek tabii Türk dizileri konu oluyor. Adını hiç duymadığım, şimdi bile hatırlamadığım bir Türk dizisini tüm ayrıntılarıyla anlatıyor. Malta halkının büyük bir çoğunluğu dedikoduyu ve dramayı en az Türkler kadar sevdiği için, Türkiye dizilerine olan düşkünlükleri şaşırtmıyor.
Biraz sonra konu mesleklere geliyor. Önce arkadaşım yaptığı işi söylüyor, sonra sıra bana geliyor. Yaptığım işler içinden nedense sadece birini söylemeyi tercih ediyorum ve “belgesel film yönetmeniyim” diyorum.
Derken koca bir neşe patlaması ve Loui kasket şapkasının önünü bir çocuk gibi yana çevirip “ünlü olacağım” diye zıplamaya başlıyor. Çok uzatmıyor çünkü bunu bir beklentiden çok, tatlılık olsun diye yaptığı belli.
Loui (82) ve Andrew (45), on beş yıl öncesine kadar iki profesyonel sihirbazmış. Dört-beş kişilik bir gösteri ekibi olarak kaliteli prodüksiyonlarla sihirbazlık gösterileri sergilemişler.
Bizde sihirbazlık garip bir meslek olarak karşılanır ve belli bir stereotip üzerinden tanımlanır. Yine de arka planını hep merak ettiğim meslek gruplarından biridir.
Loui bir anda hüzünleniyor; “artık bizim mesleğimiz ilgi görmüyor. Otellerdeki animatörler bizim yerimizi aldılar”. İşler eskisi gitmemeye başlayınca Loui yaşını da bahane edip kendini emekliye ayırmış. Andrew henüz çok genç olduğu için elbette çalışmaya devam etmiş ve sihirbazlıktan hemen sonra bir sinemada makinist olarak işe başlamış.
“Sinema da başka bir sihir” diye eklemeyi ihmal etmiyor. Bilmez miyim, benim için hâlâ dünyanın en büyük 3 sihrinden biri. Sonra kazandığı para yetmeyince itfaiye aracı şoförlüğüne başlamış. Hiç boşluksuz, her atışta yeni bir ilginç meslek. Çocukken hayalini kurduğum meslekleri kronolojik olarak düşündüğümde, her birinin alakasızlığı ve tuhaflığı gibi tıpkı. Dansöz, astronot, mimar.
Öylesine hayranlıkla dinliyorduk ki konuşmalarını, Loui onlara inandığımıza inanmıyor ve biraz sonra Loui telefonunu çıkarıp yıllar öncesinden kalan gösteri fotoğraflarını açıp gösteriyor. Hayranlığım bir kat daha büyüyor. “Nasıl bir hazine buldum” diyorum kendi kendime. Çin estetiğinde bir gösteri hazırlamışlar. Fotoğraf adeta bir Wim Wenders filmi estetiğinde. Işık, renkler, kostümler, gerçek bir Çinli gibi göründükleri makyajları… “O dönem **proplar için çok para harcıyorduk. Az kazanıyorduk ama güzel iş ortaya koyuyorduk” diye eklemeyi de ihmal etmiyor.
Bu duyguyu çok iyi biliyorum Loui demek istiyorum o an ve sonra nedense kendime saklıyorum. İyi kalpli olduklarına emin olduğum bu iki ilginç adam az önce balık tutuyordu. Onlarla konuşmadan önce, ikisinin de bu kadar zevk sahibi, tutkuyla iş yapan insanlar olduklarını tahmin etmemiştim dürüst olmak gerekirse.
Biraz sonra hava iyice kararıyor. Andrew, lastiğe bağlı gece fenerini kafasına geçiriyor ve evlere dağılmadan önce bize jest olarak küçük bir iskambil kartı numarası göstermek istiyor. Arkadaşım seçtiği kartları şak diye bulan Andrew’a öylesine büyük tezahüratlar yapıyor ki, Andrew gösteriyi birkaç dakika daha uzatıyor. Ben o arada konuşmadan fırsat buldukça cep telefonumla Loui ve Andrew’u kaydediyorum. O arada Loui telefonu çıkarıp bana pişirdiği yemeklerin fotoğraflarını gösteriyor.
Ağzım açık bakıyorum her birine. En az yetmiş ya da seksen farklı tarif görüyorum. İtalyan, Malta, İngiliz ve Fransız mutfağından tarifleri kendi mutfağında, her birini şaheser gibi bir görsellikte pişirmiş.
Şaşkınlığımı gizleyemiyorum. “Sen gerçek bir şefsin” diyorum ona. “Hayır canım, bu benim için sadece bir hobi. Ben bir şef değilim” diyor. Ben bir adım öteye taşıma hayalleri içinde olsam da, sonuç olarak her ikimizin de hobisi mutfak. Loui’den öğrenebileceğim ne kadar çok yerel tarif vardır kim bilir diye geçiyorum içinden. En çok da gösterdiği salyangoz fotoğrafına kayıyor aklım. Loui’den bu tarifi öğrenmem şart! Bir yandan da 82 yaşında neşeli bir arkadaş edinmiş olmamın heyecanı var içimde.
Loui ile birbirimizin numaralarımızı alıyoruz. En yakın vakitte onu arayacağımı, onu ve eşini evinde ziyaret edeceğime dair söz veriyorum. “Göreceğiz” diyor ve selamlaşırken “mutlaka” diye söz veriyorum.
Ne de olsa numarası bende, şu berbat nemli sıcakları atlatalım, ilk iş ziyarete gideceğim diyorum.
Oradan ayrılıp eve doğru yürürken arkadaşımla kendi aramızda konuşmaya başlıyoruz;
- Ne muhteşem iki karakterdi ama!
- Değil mi! Ne kadar şanslıyız
- Sen bu Loui amcanın belgeselini mi yapsan? Ortak noktanız yemek, ne güzel işte
- Ben de aynı şeyi hayal ettim tanışınca. Kesinlikle çok isterim. İlk fırsatta gideceğim görmeye. Hatta sen de gel benimle.
- Olur tabii, zevkle.
Berbat nemli sıcaklar bitmek bilmiyor, hatta şiddeti git gide artıyor. Bu bir bahane mi? Hayır, kabul edilemez. İlk tanıştığımız günden sonra Loui’ye ilk defa 1 ay sonrasında yazdım. Cevap yok, hatta Whatsapp infosuna bakılırsa, mesaj hiç iletilmemiş. Belki de Whatsapp’ı silmiştir diyorum. Ya da… Yok yok, kötü şeyler düşünme diyorum kendi kendime. Birkaç gün sonra dayanamayıp arıyorum.
Telefonu genç bir kadın açıyor, kendimi tanıtıyorum ve Loui’yle konuşmak istediğimi söylüyorum. “Hayır, böyle biri yok” deyip kapatıyor. Loui 82 yaşında. Aşırı sıcak havalar ya da varsa başka bir sağlık problemi, bundan etkilenip hayatını kaybetmiş de olabilir ya da her nedense artık, numarasını da değiştirmiş olabilir.
Sonuç olarak Loui ile iletişim kurabileceğim tek kanalı kaybetmiş oldum. Görüntü kalitesi iyi olmasa da, iyi ki Loui ve Andrew’u onların da izni ile olabildiğince videoya kaydetmişim. Bilhassa Loui.
Onun belgeselini çekebileceğim, hikayesine daha da yakından tanık olabileceğim, mutfağa bakış açısını ve tariflerini öğrenebileceğim bir zaman dilimine sahip olamadım belki ama, onun bu dünyadaki varlığından haberdar oldum.
Bir zamanlar tutkuyla, başarıyla icra ettiği mesleği gibi, Loui bir anlığına bir sihir olarak kendini gösterdi ve her sihir gibi ışıltısıyla kayboldu.
Bir daha böyle bir sihre tanık olursam kötü havaları bahane eder miyim, hiç sanmam. Ya da… Emin değilim.
Çölde Çay filminden bir kare
Geçen gece, en az 17 yıl önce izlediğim ***Çölde Çay filmini tekrar izlemek istedim. Zamanla filmlerden aldığımız tatlar başkalaşıyor. Bu izlediğimde, filmin finalindeki anlatıcının konuşmaları çok daha derinden içime işledi. Sizlere Loui’yi takdim etmişken, Çölde Çay’ın final konuşmanın metnine yer vermeden olmazdı;
“Ne zaman öleceğimizi bilmediğimiz için, hayatı tükenmez bir kuyu gibi düşünürüz, oysa her şey yalnızca belirli sayıda ve gerçekten de çok az sayıda gerçekleşir. Çocukluğunuzun belli bir öğleden sonrasını, varlığınızın o kadar derin bir parçası olan ve hayatınızı onsuz düşünemeyeceğiniz bir öğleden sonrayı daha kaç kez hatırlayacaksınız? Belki dört ya da beş kez daha, belki o kadar bile değil. Dolunayın doğuşunu daha kaç kez izleyeceksiniz? Belki yirmi. Ve yine de her şey sınırsız görünüyor.”.
(KA/EMK)
*Cannizari İtalyanca bir terim; Osmanlı askeri.
**Prop: Oyuncunun sahnede kullandığı her türlü objeye objeye denir. Dekordan farkı; oyuncular tarafından kullanılıyor olmasıdır.
*** Çölde Çay / Yönetmen: Bernardo Bertolucci / 1990