*Görsel betimleme: Fotoğrafta, dış mekânda yer alan iki köpek görülüyor. Önde, siyah ve kahverengi tüylere sahip büyük bir köpek duruyor. Arka planda ise, daha küçük ve siyah renkte bir başka köpek bulunuyor. Büyük köpek doğrudan kameraya bakarken, küçük köpek daha arka planda duruyor.
Köpeklerin “uyutulması” gerektiğini savunanlar arasında sıkı edebiyat okurları var mıdır acaba? Hayali karakterlerin yaşamlarının peşinde sayfalarca koşan, kurgu dünyalar üzerinden hayatın anlamını arayan, insan olmanın bedelini kelime kelime ödemeye çalışanlar, başka canlıların yaşam haklarının ellerinden alınmasını isteyebilir mi? Ya da insanın üstünlüğü savına sıkıca sarılıp başka canlıların topluca imha edilmesini isteyenler -en azından bazıları- “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”ni okumuş mudur?
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği; geçen yıl 11 Temmuz’da yaşama veda eden Milan Kundera’nın en bilinen ve en çok okunan eseri. Kundera’nın 1984 yılında yayımladığı eser, iki yıl sonra İletişim Yayınları’ndan Fatih Özgüven çevirisiyle yayımlanmış ve ben de bu kitabı ilk kez o yıllarda okumuştum.
Bazı kitapları farklı yaşlarda bir daha, bir daha okumak gerekiyor; Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği de o romanlardan biri. Çünkü yıllarca Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni aşk ve ilişkileri konu edinen bir roman olarak hatırladım. Elbette aşk ve ilişkiler Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin ana teması ama sonraki okumamda anladım ki sadece bundan ibaret değil.
1968. Prag Baharı. Sovyet işgali. Aşk. Özgürlük.
Bu kelimelerle tanımlayabileceğim roman; 1968’deki Prag Baharı ve ardından gelen Sovyet işgali döneminde Çekoslovakya’da (bugün artık Slovakya ve Çekya adında iki bağımsız devlet) geçiyor. Roman, farklı olaylar ve insan hikayeleriyle aşk, ilişkiler, sadakat, kimlik, özgürlük ve varoluş temalarını işliyor. Özetle; roman dört ana karakterin iç içe geçmiş hayatlarını anlatıyor diyebiliriz. Ama tabii özetle.
Baş karakterimiz Tomas; bir beyin cerrahı, çok sayıda kadınla kurduğu ilişkiler üzerinden varlığını hafifleştirmeye çalışıyor. Romanda özgürlüğün ve bağımsızlığın temsilcisi, yine de Tereza’dan kopamayışını sorgulamak gerek.
Tereza; Tomas’ın karısı, romanda sevginin ve sadakatin temsilcisi diyebiliriz. Ancak Tomas’ın sadakatsizliği bir ağırlık gibi ruhuna ve yaşantısına çöküyor.
Sabina; Tomas’ın sevgililerinden biri. Ressam olan Sabina, romanda özgürlüğü ve hafifliği temsil ediyor.
Franz; Sabina’nın sevgilisi. O da Sabina ile yaşadığı ilişki üzerinden yürüttüğü anlam arayışı ile ağırlığın temsilcilerinden biri.
Roman bu dört karakter arasındaki ilişkileri ve içsel çatışmaları derinlemesine anlatırken, bir yanda özgürlük arayışı diğer yanda kıskançlıklar sürekli gerilim kaynağı oluyor.
Aşk ve ilişkilerin gölgesinde gelişen bir bilgelik
Bu romanın en keyifli yanlarından biri de anlatıcının sadece bu dört ana karakterin hayatlarını aktarmakla yetinmeyişi. Roman boyunca Kundera, varoluşun anlamı ve insan ilişkilerinin doğası üzerine felsefi sorgulamalar yapıyor.
Benim okuduğum 7. baskıya bir önsöz yazan Murat Belge, Milan Kundera’nın tipik bir Doğu Avrupa romancısına benzemediğini, Doğu Avrupa’nın sorunlarını bir “dünya” romancısı olarak ele aldığını belirtiyor. Belge’den kısacık bir alıntı yapacağım: “Sanatçı her zaman somut bir yaşantı dilimini anlatır ama o somutlukla iç içe bir soyut bilge kapısı aralar insana. Bilgi değil, bilgelik.”
Belge’nin dikkat çektiği gibi Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde “yazarın sesi” (anlatıcı Kundera’nın kendisi olmayabilir) sık sık araya giriyor ve bazen “deneme” denilebilecek tarzda tarihten, felsefeden, bir sürü başka şeyden söz ediyor. Anlatıcı Nietzsche’nin “ebedi dönüş” düşüncesi ile söze başlayıp, konuyu Parmenides’in ağırlık, hafiflik anlayışına bağlayabiliyor. Okur, Adem ile Havva’nın cennetten kovuluş hikayesinden Oedipus’un kaçamadığı yazgısına kadar birçok anlatının alt metnini düşünürken bulabiliyor kendini.
Roman boyunca tarihsel ve politik arka plan çok iyi veriliyor; daha fazla özgürlük ve reform talep eden bir hareket olan Prag Baharı, bunun Sovyetler tarafından sert bir şekilde bastırılışı, karakterlerin yaşamlarını ve kararlarını derinden etkiliyor. Tomas, siyasi duruşu ve yazdığı bir makale nedeniyle işinden oluyor, Sabina, totaliter rejim ve baskıcı ortam nedeniyle ülkesinden ayrılmak zorunda kalıyor mesela.
Bu çok katmanlı romanda Kundera, karakterlerinin iç dünyaları ve yaşamları ile tarihsel olaylar arasındaki bağlantıları, geniş bir perspektiften sunuyor ve okuyucusunu hayatın anlamı üzerine düşünmeye davet ediyor.
En önemli karakterlerden biri: Köpek Karenin
Kundera’nın romanında çok önemli bir karakter daha var: Karenin. Adını Tolstoy’un Anne Karenina’sından alan Karenin, Tereza’nın sevgili köpeği ve bu ikisi arasındaki ilişki romanın ana temalarını derinleştiren önemli unsurlardan biri.
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde Karenin bir köpek olarak; bize sevgiyi, sadakati, güvenmeyi, varoluşumuzu, ölümü, kaybetme korkusunu, acı çekmeyi ve daha bir sürü şeyi hissettiriyor. Anlatıcı da Karenin üzerinden insanın yaşamsal döngüsü üzerine felsefi düşünceler geliştiriyor ve romanın son bölümünü “Karenin’in Gülümseyişi” adıyla adeta köpeklere adıyor. Karenin’in ölümü, bence romanın en duygusal ve düşündürücü anlarından biri. Tabii ki Karenin romanda yalnızca bir köpek olmaktan öte, varoluşun hafifliği ve ağırlığı temasını derinleştiren bir sembol, tam da 2024 yılı Türkiye’sinde köpeklerin temsil ettiği gibi…
Benzer hayatlar, benzer acılar, benzer hatırılar
Bu romanın hissettirdiği duygulardan biri de dünyanın herhangi bir ülkesinde, tarihin herhangi bir döneminde yaşayan milyonlarca insanın benzer hayatlar sürüp, benzer acılar yaşayıp, benzer hatıralar edindiği… Roman boyunca karakterlerin başına gelenlerin hemen hepsinin günümüzde karşılık bulduğunu ve hatta Tereza’nın on yıl kadar önce bir gazetede rastladığı bir haberi hatırlayışı ile benim bu yazıyı yazmamın arasında birebir bir benzeşlik kurduğumu da belirtmeliyim.
Sokak hayvanları ile ilgili yasa taslağı gündeme gelince ben de yıllar önce okuduğum bir yazıyı hatırladım; Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanında köpeklerle ilgili bir bölümden söz ediyordu. Yazıyı aradım ve buldum; yazarımız Bülent Danışoğlu 2 Mart 2014 tarihinde yayınlanan “Hayvan Katliamı Tehlike İşareti” başlıklı yazısında Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanında köpeklerle ilgili bir bölümden söz ediyordu.
İşte bugün bu kitap hakkında yazmamın nedeni tam da bu: Tereza gibi eski bir yazıyı hatırlamam ve bu yazıyla yalın dehşetin kafama dank etmesi!
Köpeklere yönelik kin, bir tür talim mi?
Bülent Danışoğlu’nun on yıl önce, benim de bugün sizlerle paylaşmak istediğim bölümde Kundera, yönetimin kendisine zayıflayan inancı yeniden canlandırmak için “kendilerini yaşamdan alacaklı sanan, beyinlerinde bir intikam taşıyan kişileri bulup çıkardığını” yazıyor. Bu bölüm şöyle devam ediyor:
“… Bunların saldırganlıklarını odaklamak, geliştirmek ve ayakta tutmak, üzerinde temrin yapabilecekleri geçici bir hedef bulmak sorunuyla karşı karşıya kaldılar. Seçtikleri hedef hayvanlardı.
Birdenbire gazetelerde yazı dizileri ya da örneğin kent sınırları içindeki bütün güvercinlerin yok edilmesini isteyen örgütlenmiş okur mektupları görülmeye başlandı. Ve güvercinler yok edildi. Ama asıl nefret köpeklere yönelikti. İnsanlar işgal felaketini hala atlatabilmiş değillerdi ama radyo, televizyon ve basın bir köpektir tutturmuş gidiyordu; nasıl sokaklarımızı ve parklarımızı kirletiyorlar, çocuklarımızın sağlığına kastediyorlar, bir işe yaramadıkları halde yine beslenmeleri gerekiyor vb. vb. Öyle cinneti andıran bir çıngardı ki çıkan. Tereza gözü dönmüş kalabalığın Karenin’e zarar vermesinden korktu. Ancak bir yıl sonra biriken kin (o zamana kadar talim olsun diye hayvanlara yöneltilmişti), gerçek hedefini buldu: İnsanlar. İnsanlar işlerinden alınmaya, tutuklanmaya, yargılanmaya başlandılar. Hayvanlar sonunda rahat bir nefes alabildiler.”
Kundera, o kadar net anlatmış ki, bu konu hakkında söylenecek yeni bir söz aramak yerine, aklıma takılan soruları paylaşmak istiyorum.
Onca hayvan severin çabasına rağmen, bu işe akla ve vicdana uygun yollar mevcutken, neden bir türlü çözüm bulunmuyor? Aksine sokak hayvanlarına karşı düşmanlık sistematik bir şekilde neden artıyor? Eskiden mahallenin köpeği olarak herkes tarafından beslenen Makslar, Karalar, Colar, Boncuklar neden bir anda “canavar” oldu, neden “çete” olarak adlandırılıyor? Binlerce kadını öldüren binlerce erkeğe “kader kurbanı” trajedisini (!) bahşeden, “iyi hal” yüceliği (!) gösteren toplum, neden köpekleri bastırılmış öfkesinin objesi haline getiriyor? Bugün köpekler “ölsün” diyemeyecek kadar isteğindeki kötülüğün bilincinde olup da "uyutulsun" diyenler yarın kendilerine hedef olarak neyi seçecekler?
Köpekler Cennet’ten hiç kovulmadılar!
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, insan ve yaşam üzerine hem çok bilgece laflar ediyor hem de okurunun sınırlarını epey zorluyor. Milan Kundera, bu romanında dünyadaki varlığımıza ilişkin tezleri sarsarken birçok kez Adem’le Havva’nın Cennet’ten kovuluşlarını hatırlatıyor ve sözünü ettiğim son bölümde Tereza şöyle diyor: “Köpekler hiç Cennet’ten kovulmadılar.”
Bir hayvanı machina animata (hayvanları düşünme ve hissetme kapasitesi olmayan sadece bazı işlevleri olan birer makine gibi gören Descartes’in tanımı) olarak adlandırma savının tehlikesini anlatan Kundera, Tereza’ya şunları düşündürtüyor: “Böyle yapmakla insan kendini Cennet’e bağlayan ipliği koparır ve artık zaman boşluğu içinde çıktığı uçuşta tutunacak ya da avuntu bulacak hiçbir şey kalmaz elinde.”
Ölümün rolünü üstlenmek için can atan insanlara Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin sadece bu bölümünü okutabilsek keşke… Gerçi yazımın başında ben kitap okuyanların köpeklerin öldürülmelerini isteyip istemeyeceklerini sorguluyordum, Kundera bir filozofun bakış açısını hatırlatarak sorularımın cevabını veriyor bana: Evet, olabilir.
İnsan tuhaf bir yaratık. Kendini dünyanın efendisi olarak görenler bile, varolmanın dayanılmaz ağırlığı altında eziliyor. Kim bilir bu romanda karakterlerin düşündüğü gibi; insanlar karmaşık duyguları, ahlaki ikilemleri ve varoluşsal sorunları nedeniyle cennetten kovulmuşlardır. Ve bir yandan dünyanın karmaşıklığından dolayı başka canlıların canına kastedebiliyor ve bunu yaparken cennetteki, henüz insan olmayan hallerini özlüyordur.
Öyle ya insanlık tarihini, cennetten kovulmuşluğun intikamını almaya çalışanlar yazıyor…
Halen Can Yayınları’ndan yine Fatih Özgüven çevirisi ile okuyabileceğiniz Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği çok katmanlı bir roman, her okuyuşta bu katmanlardan birini soyup, daha derinlere inmek mümkün.
İlk gençlik yıllarımda okuyup; aşkı ve ilişkileri sorgularken, köpek katliamını savunanlar yüzünden yaptığım son okumamda insan olmanın dayanılmaz ağırlığını iliklerime kadar hissettim. Benim gibi romanı daha önce okuduysanız, araya biraz zaman koyup tekrar okumalısınız. Eğer bu romanı henüz okumadıysanız, kaç yaşında olursanız olun mutlaka okumalısınız, yıllar sonra dönüp tekrar okumanız gerektiğini bilerek.
Kundera’nın dediği gibi; romanlar bir tuzak haline gelmiş dünyamızda yaşanan insan hayatının araştırılmasıdır.
Duygular hiyerarşinin zirvesi: Merhamet
Son olarak bu romanda anlatılan onca bilgi arasından birini daha paylaşmak istiyorum. Kundera, Latince kökenli bütün dillerde “merhamet”in, şefkat anlamına gelen compassion kelimesinin “ile” eki alarak “acı çekmek” kökünden türetildiğini; Çekçe, Lehçe, Almanca ve İsveççe gibi başka dillerde ise acı çekmek yerine "duygu" kökünden geldiğini açıklıyor.
Latince kökeniyle düşünüldüğünde, acı çekenin acısına lütfedercesine eğilmekten söz ediliyor. Duygu kökünden geldiğinde ise merhamet; başkasının başına gelen talihsizliklere katlanabilmek değil, her türlü duygu yoğunluğunu -sevinç, kaygı, mutluluk, acı- onunla paylaşabilmek anlamına geliyor. Bu çeşit merhamet; duygular hiyerarşisinde benzersiz bir tek olarak, en üstte yer alıyor.
Kundera’nın etimolojik, epistemolojik ve ontolojik sınırları nasıl zorladığını gösteren bu bilginin ışığında, tüm insanlığa “ortaklaşa duygu” olarak merhamet diliyorum.
Ve elbette ölümünün birinci yılında usta yazar Milan Kundera’yı da saygıyla anıyorum.
“Burada Karenin yatıyor. İki çörekle bir arı doğurdu.”
(NK/AS)