Ve Polo: “Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil eğer bir cehennem varsa, burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yan yana durarak yarattığımız cehennem. İki yolu var acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir; cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: Sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.”
Postmodern edebiyatın dehası Italo Calvino’nun (1923-1985) şaheserlerinden biri olan Görünmez Kentler bu sözlerle sona eriyor. Edebiyatta sınırları zorlayan bir yazar olarak kabul edilen Calvino’nun bu eserinde Polo dediği kişi ünlü kaşif; Marco Polo. Karşısındaki de ünlü Moğol İmparatoru; Kubilay Han. Görünmez Kentler’de Marco Polo, Kubilay Han'a tam 55 şehir anlatıyor. Binbir Gece Masalları gibi… Her biri bir kadın adı taşıyan bu kentler gerçek mekanlar olmanın ötesinde, insan yaşamının, hafızanın, arzuların, hayal gücünün, özetle hayatın türlü yönlerini temsil ediyor.
Bu hafta eş zamanlı olarak okuduğum üç kitabı bir kenara bırakıp, elime Italo Calvino’nun Görünmez Kentleri’ni (orijinal adı; Le città invisibili) almamın ve bu yazının konusu yapmamın tahmin ettiğiniz gibi çok önemli bir nedeni var elbette: Ortak acılarımız, kederlerimiz, öfkemiz ve canlı tutabilmek için çırpındığımız kolektif hafızamız.
6 Şubat depreminin yıldönümünde bu kitap aklıma geldiğinde anlatılanlar ile yaşananlar arasında nasıl bir bağ kurabileceğimi bilmiyordum ama kitabı bitirdiğim de o bağ kendiliğinden kurulmuştu bile. Çünkü Görünmez Kentler, şehirleri tüm özellikleriyle ve insan hafızası, kimliği ve hayalleriyle şekillenen varlıklar olarak ele alıyor. O bir şehir anlatıyor, siz bir şehir düşlüyorsunuz.
Yapı Kredi Yayınları’ndan Işıl Saatçıoğlu çevirisi ile okuduğum Görünmez Kentler, geleneksel bir roman anlatısının ötesine geçerken bazı temalar kendiliğinden görünür oluyor. Eser üzerine farklı okumalar yapmak mümkün, ancak benim niyetim lafı döndürüp dolaştırmadan kendi acılarımıza getirmek. Ne dersiniz, Calvino’nun hayali kentlerinden yola çıkarak, kaybettiğimiz şehirlerin, orada yaşamış insanların, var olmuş kültürlerin izlerini sürebilir miyiz?
Şehir, tarih, kimlik ve varoluş
Görünmez Kentler’de şehirler, sadece fiziksel bir yer değil. Kent dediğin fiziki bir yer ama aynı zamanda insan kimliğinin, tarihsel izlerin ve anıların mekânı. Zaten Calvino da gerçeklik ile hayal arasındaki sınırları iyice belirsizleştirerek, okuru algının ötesinde düşünmeye davet ediyor. Marco Polo’nun anlattığı şehirler aynı anda hem mümkün hem de imkânsız, hem var hem de hayal ürünü bu kentler.
İmgelem dolu metaforik anlatımıyla insanın dille dünyayı nasıl yorumlayabileceğini ve görünenin ötesini nasıl görebileceğini okuruna gösteren Calvino, anlattığı her bir şehirle bize insan olmanın çelişkilerini, umutları, kayıpları ve arayışları yansıtıyor.
Varoluşun karmaşıklığı ve belirsizliği
Calvino, Polo’ya anlattırdığı şehirler üzerinden modern yaşamın paradokslarını, geçmişin ve geleceğin iç içe geçtiği bir dünyayı, sürekli evrilen insan ruhunu ustalıkla betimliyor. Bunu yaparken okuruna da bireysel ve kolektif hafızanın, zamanın ve mekanın sürekli değişen doğasını sorgulatıyor.
Bir başka ülkenin okurları olsaydık, bu kitabı başka bir zaman okusaydık varoluşun karmaşıklığı ve belirsizliği üzerine saatlerce konuşabilirdik. Ancak bugünkü halet-i ruhiyemle Görünmez Kentler bana, yok olan kentleri, kaybedilen yaşamları, yaşanan yıkımı, kalanların acılarını, güçlünün acımasızlığını ve hafızamızın kırılganlığını hatırlatıyor bana.
Yok olan, dönüşen ve silinen kentler
Öyle ya hiçbir şehir sadece beton yığınlarından oluşmuyor. Her biri yüzlerce yıllık kültür, anı, kimlik ve daha bir sürü şey taşıyor. Kentler de insanlar gibi, sonsuza kadar yaşayamıyor. Calvino’nun kentlerinin de bazıları yok oluyor, bazıları dönüşüyor, bazıları hatırlanıyor, bazıları unutuluyor.
Anlatılan kentlerden biri mesela Zora; anılar kenti. “Bir görenin bir daha unutamayacağı kent” dediği Zora’nın sırrı şöyle anlatılıyor kitapta:
“Zora’nın nasıl olduğunu ezbere bilen biri, uyuyamadığı gecelerde kentin yollarında yürüdüğünü hayal eder ve bakır saatin, berberin çizgili perdesinin, dokuz fıskıyeli çeşmenin, yıldızlar âlimine ait cam kulenin, karpuzcu dükkânının, münzevi ile aslan heykelinin, Türk hamamının, köşedeki kahvenin, limana giden kestirme yolun birbirini izleyişindeki düzeni hatırlar. Akıllardan çıkmayan bu kent bir zırhtır, ya da herkesin anımsamak istediği şeyleri karelerine yerleştirebileceği bir çapraz bulmaca…”
Ancak Zora, erir, çözülür ve yok olur. Yeryüzü unutur onu. Zora gerçekten var oldu mu acaba? Yazar “her noktasıyla akılda kalma gibi bir özelliği vardır” dediği Zora ile bize hangi kenti betimliyordu bilemem ama benim aklıma gelen kent Hatay. Belki bir başka okur için Kahramanmaraş, bir diğeri için Şanlıurfa. Acılarımız taze, her sözün sonu; unutmadık, unutmayacağız. Peki ya yarın? Yok olan şehirlerimizi nasıl hatırlayacağız? Kentin tüm detaylarını, o şehri şehir yapan insanlarını nasıl anımsayacağız?
Bizi birbirimize bağlayan görünmez bağlar
Calvino’nun anlattığı bir başka kent; Ersilia. Sürekli iplerle birbirine bağlanan ama zamanla terk edilip sadece bu bağların kaldığı bir şehir. Depremin ardından insanların yaşadıkları şehirleri terk etmek zorunda kaldıkları geliyor akla değil mi? Hemen ardından da türlü türlü sorular: İzleri nasıl canlı tutacağız? Görünmez iplerle birbirimize bağlı kalmayı başarabilecek miyiz? Hafızamızı canlı tutabilecek miyiz?
Görünmez Kentler’de şehirler çoğu zaman insanlarıyla var oluyor, bir şehir yıkıldığında, onun belleği de sarsılıyor. Gerçek de böyle değil mi? Bir kentin yıkılması yalnızca binaların, sokakların, meydanların kaybolması değil ki. Giden canlar, yarım kalan hikayeler. Göçebe kimlikler, acı veren anılar, silinen izler… Bir kent üzerinden konuşacak ne kadar çok konu var.
Geçmişi anlamak ve yaşatmak mümkün mü?
Görünmez Kentler’de Calvino’nun anlattığı şehirler, bugün yitirdiğimiz kentleri anlamlandırmak için güçlü metaforlar oluşturuyor. Mesela bir kenti yeniden kurarken, eskisini yaşatmak, geçmişini unutmamak mümkün mü?
Calvino’nun Maurilia adlı şehri, geçmiş ile gelecek arasındaki çatışmayı anlatıyor. Oraya gelenlere, eski Maurilia’nın kartpostalları gösteriliyor, çünkü bir şehri anlamak için geçmişte nasıl olduğunu da bilmek gerekiyor.
Ancak yazar aynı zemin üzerinde, aynı adı taşıyan farklı kentler olduğundan da söz ediyor.
“Yeniler eskilerden daha mı iyi, daha mı kötü, bunu sorgulamak boşuna olur, tıpkı kartpostalların eski haliyle Maurilia’yı değil, bu kent gibi, rastlantı sonucu adı Maurilia olan bir başka kenti göstermesi gibi, onların aralarında da hiçbir ilişki yoktur çünkü.”
Yıkılan şehirler şimdi yeniden inşa edilmeye çalışılıyor. Ama nasıl? Maurilia’daki gibi, bir kartpostaldan bakıp geçmişin anılarını mı taşıyacağız, yoksa geçmişi tamamen silip yeni bir şehir mi kuracağız?
Öyle ya bir şehri gerçekten yeniden kurmak, sadece binalar dikmek olamaz. O şehri var eden hafızayı, kültürü ve insanları da yaşatmak gerekiyor. Yeni bir Maurilia kurulmasına kurulur da; eskiyi hatırlamak istedikçe giderek yabancılaştığımız bir Maurilia mı olur?
Şehrin hafızası yok olursa…
Calvino’nun kentlerinden biri de, Zaira. Burası geçmişte yaşanmış tüm olayların işaretlerini taşıyan bir şehir. Öyle ya kentler geçmişle geleceğin, anılarla umutların birbirine geçtiği yerler aslında. Tam da bu nedenle şehirler, taşıyla, toprağıyla olduğu kadar insanlarının kolektif hafızasıyla anlam kazanıyor. Eğer bir şehrin hafızası yok olursa, o şehir gerçekten var olmaya devam eder mi?
Toparlamak gerekirse Calvino, Görünmez Kentler ile şehir kavramını fiziksel mekânların ötesine taşıyor; hafıza, dil, zaman, insan ilişkileri, kimlik, hafıza, unutmak, hatırlamak gibi temalar etrafında şekillenen bir anlatı kuruyor. Bu esere sadece bir roman değil, aynı zamanda kentleşme, kültürel hafıza ve insanlık üzerine felsefi bir metin desek abartmış olmayız.
Dediğim gibi Görünmez Kentler üzerine türlü türlü okumalar yapabiliriz, bir başka zaman olsaydı mesela yazarın kentlere neden kadın isimleri verdiğini anlamaya çalışıyor olabilirdik. Bu kitabı illa bu dönemde değil zamanın birinde mutlaka okumanızı tavsiye ederken hadi sözü toparlayalım.
Taşlar yoksa kemer de yoktur…
Görünmez Kentler, geleneksel roman yapısına meydan okuyan bir eser. Olay örgüsü yok, karakter gelişimi yok, klasik anlamda bir giriş, gelişme, sonuç ilişkisi yok. Bunun yerine, Marco Polo’nun Kubilay Han’a anlattığı kent hikâyeleri var. Kurgulanmış bir fikirler bütünü. Şehir anlatıları, birbirinden bağımsız gibi görünse de tematik ve metaforik bağlarla iç içe geçiyor.
Kitaptaki her şehir birden fazla şekilde yorumlanabilir; hiçbir anlatı tek bir anlama indirgenemez. Üzerine konuşacak çok şey var.
“Ben konuşur, konuşurum,” der Marco, “ama beni dinleyen, duymak istediğini duyar yalnızca.”
Konuştuklarımız ile duyduklarımızın aynı şeyler olduğunu umarak yazıyı kitaptan bir anekdot ile tamamlayalım.
Marco Polo, tek tek her taşıyla bir köprüyü anlatıyor.
“Peki köprüyü taşıyan taş hangisi?” diye sorar Kubilay Han.
“Köprüyü taşıyan şu taş ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsi,” der Marco.
Kubilay Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra ekler:
“Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer.”
Marco cevap verir: “Taşlar yoksa, kemer de yoktur.”
(NK/RT)