Cumartesi akşamı bir tiyatro oyunu izledim. Sonra da yola çıktım. Bilirsiniz gece yolculuğunda kitap okumak pek mümkün olmuyor. Ben de oyun hakkında düşünce toplarımı bir oraya bir buraya atarak bazılarını tutarak geceyi yarı uykulu geçirdim. Sabah güneş ışıklarının yüzüme vurması ile güne başladım. Ve atıp tuttuğum düşünceleri yazıya geçirmeye karar verdim.
Oyunun adı “Kabin”. Kemal Hamamcıoğlu yazmiş. Çağ Çalışkur yönetmiş. Gonca Vuslateri ve Bora Akkaş oynuyor. “Kabin”i, Craft Tiyatro’nun teras sahnesinde, kırk kişilik seyircinin sığdığı ve ortaya kurulan bir kabinin iki tarafına iki yakalı seyirci grubu oluşturacak şekilde sıralanarak izliyorsunuz. Ortada iki kişinin ayrı ayrı içine girdiği camekan iki kabin bulunuyor. Birinde kadın diğerinde erkek var. İki kabinin kesiştiği bölme de ise bir küçük delik. Bu delikten birbirlerini görebilir, dokunabilir ve benzeri mümkün olanı yapabilirler. Seyirci hem onları izleyebilir hem de karşı yakanın seyircisinin seyretme halini izleyebilir. Bu durum benim gibi uzun süredir tiyatro oyunu izlemeyen biri için farklılık yarattı ve genellikle iyi buldum. Bazen de biri bizi gözetliyor durumuna düşürüldüğümüzü hissettim. Bu hissi sevdiğimi söyleyemem. Bununla birlikte iki oyuncuyu ayrı takip etmek benim için zor oldu. Aklımdan bu oyuna iki kez gelmeli. Kabinin içinde yaşanan bu bir bölümü bir kez genç kadınla taraf olarak bir kez de genç adamla taraf olarak seyretmeli diye de çözümledim.
Oyundaki “Kabin” bir seks kabini. Mahallenin girişimci ağabeyi tarafından düşünülmüş ve hayata geçirilmiş. Kabin’e isteyen belli bir süreliğine para verip giriyor. Artık karşı kabine kim girerse onunla hayatının bir bölümünü geçiriyor.
Bizim seyirci olduğumuz “Kabin”e biri kadın biri erkek iki genç giriyor. Konuşmaya ve hayatlarının bu bölümünü yaşamaya başlıyorlar. Bu iki genç insan içeride oldukları sürede birbirlerine dokunuyor, hissediyor, paylaşıyor, kızıyor, sanal seks de dahil zamanı birlikte yaşıyorlar. Halden hale geçiyorlar. Birbirlerine anlattıkları buram buram Türkiye kokuyor.
Bakmayın seks kabininde olduklarına bu iki genç bizim bildiğimiz, yaşadığımız, tanıklık ettiğimiz, istesek de istemesek de katıldığımız yerli hayatımızdan bir bölümü bize sunuyorlar. Bunu çok da başarılı yapıyorlar Bu karşılaşmadan birbirlerini tanıyarak, anlayarak ayrılıyorlar. İçinde büyüdükleri aile ve toplum kurallarının dışında bir hayat tercihleri ya da yönelişleri olduğunu anlattıklar
ından anlıyoruz.
Genç kadın yaşadığı sevgiyi ve seksi bize anlatıyor. Kendini ne kadar güzel hissettiğini “İstanbul temiz ben temizim. Yüzümde kocaman bir gülüş yürüyorum” diyerek duygusunu bize de geçiriyor. Genç erkek babasının omuzları üstünde askerliğe uğurlanışını kurban edilme duygusunu diğer toplumsal kurban edilişleri listeleyerek anlatıyor. Bu genç insanların anlattıklarından onların hayatlarına getirdiği güç duruma düşme hallerini dinliyoruz.
Bunları izlerken karşı yaka seyircisinin etkilenme hallerini de görüyoruz. Böyle bir ortamda böyle bir oyundu
izlediğim. Yolda düşündüğüm ise bu oyunu insan yetiştiren, yetişen insanla ilişkisi olan her yetişkinin izlemesinin iyi olacağıydı. Bu gençler halden anlamayan ailelerinin çocuklarıydı. Halden anlamamak kendini sözüm ona en sevdiğin küçüğüne bile dayatmaktır. Halden anlamamak karşındakini kendinle sınırlandırmaktır.
Mevlana; “acı su da tatlı su da berraktır. Görünüşte herkes insandır ama gerçek insan hal ehli olandır” der. Oyun
da bu iki genç insandan haber aldığımız halden anlamayan yakınlarının varlığına, toplumun dayatmacılığına rağmen bu iki genç insanın birbirleri için inatla halden anlamayı başarıyor olmaları etkileyici idi. Aslında insan ilişkileri arasında en basit ama en çok ihmal edilen bu halden anlama durumunu biz seyirciye aynı basitlikte hatırlatmayı başardılar.
İnsan ilişkilerinde bu kadar basit olan bu yaklaşımı çok uzağa gitmeden bugüne bakarak bugünün toplumsal eylemlerine bakarak neden üretemediğimizi ise -üstelik bu kadar birikimimize rağmen- halen düşünüyorum.
Sizin bir açıklamanız var mı?
(NÖ/EKN)