Kadınlar çiçek, çocuklar kelebek! Herkes onları çok seviyor! Güya. Keşke sevmeseler; keşke kendisi olmasına tahammül edemeyecekleri kadınlarla evlenmeseler, keşke büyümesine imkan tanımayacakları çocukları dünyaya getirmeseler, keşke baş edemeyecekleri günahları gizlemek için onları öldürmeseler.
Günlerdir Narin için dua ettik olmadı; ağladık, kızdık, küfrettik yine olmadı, olmuyor. Birinin yasını tutarken başka bir yerden bir haber daha geliyor; acımız, utancımız Diyarbakır’dan Tekirdağ’a boydan boya sarıyor bizi. Narin’in acısı Sıla ile artıyor. Bu ülkede acılar hiç eksilmiyor, hep artıyor. Paramparçayız. Başka hiçbir şey konuşamıyor, düşünemiyor, nefes alamıyoruz.
Gülüşlerimizi çaldılar, neşemizi çaldılar… Yavaş yavaş delirmemizi bekliyorlar…
Aklımın almadığı bazı olaylardan bahsederken söze “yıl olmuş 2024…” diye başlıyorum. Sonra fark ediyorum ki yılların hiçbir önemi yok, zihniyet değişmedikten sonra. Bu nedenle bugün size “Sarı Duvar Kağıdı” adlı bir öyküden söz etmek istiyorum.
Sadece bir ‘korku’ hikayesi mi?
“Sarı Duvar Kağıdı” bugün feminist edebiyatın öncülerinden sayılan Charlotte Perkins Gilman’ın, kısa bir öyküsü. Öykü çok daha önceden yazılmış, ancak 1892 yılında okurla buluşabilmiş. Edgar Allan Poe gibi yazarlardan kısa korku öykülerine alışık olan yayıncılar, her ne hikmetse Gilman’ın hikayesine uzak duruyor. Sonunda 1892 yılında The New England Magazine bu kısa öyküyü yayımlıyor.
Başlangıçta bu öykü, doğum sonrası depresyona giden bir kadının, "dinlenme tedavisi" (rest cure) dönemindeki sanrılarını anlatan bir korku hikayesi olarak okunuyor. “Lohusalık sendromu” diye bir tanının tıp literatürüne girmediği, bunalan, daralan, azıcık sesini çıkaran kadınlara hemen “histeri” tanısı konulduğu yıllar…
Yazarımız bunlara inanacak bir kadın değil. Virginia Woolf’un henüz 10 yaşında olduğu, Simone de Beauvoir’un daha dünyaya gelmediği bir dönemde kadın hakları için mücadele eden Gilman, okurlarına elbette sadece bir “korku” hikayesi sunmuyor.
Feminist edebiyatın ‘geciken’ doğuşu
Yıllar sonra 1973'te feminist hareketin öncü isimlerinden Elaine Ryan Hedges, bu öyküyü yeniden keşfediliyor. Sarı Duvar Kağıdı’nın sadece “perili” gotik bir evde geçen bir korku hikayesi olmadığı, ataerkil düzenin hapsettiği, kendisi olması engellenen bir kadının mesajları olduğu anlaşılıyor.
Öykü böylece feministler, akademisyenler, aktivistler arasında hızla popüler oluyor ve daha geniş kitlelere ulaşma olanağına kavuşuyor. Gilman da yıllar sonra feminist edebiyatın öncülerinden biri olarak kabul ediliyor.
Devasa eleştirilerle dolu bir metin
Bugün artık Gilman'ın "Sarı Duvar Kağıdı" öyküsü, hem toplumsal normlara hem de bireyin baskılanan özgürlüğüne yönelik derin eleştirilerle dolu bir feminist metin olarak kabul ediliyor. Hikaye, kadınların toplumsal baskı, ataerkil düzende biçilen roller, bunlar karşısında bedensel ve zihinsel olarak nasıl lime lime edildiğini anlatıyor.
Bugünkü aklımızla okuduğumuz da anlıyoruz ki, bu öykü kadınların ve aynı zamanda bireyin özgürlüğüne yönelik müdahalelere karşı çıkan devasa eleştirilerle dolu çok güçlü bir metin. Öyküde bahsedilen her şey derin anlamlar taşıyan birer metefor.
Sarı Duvar Kağıdı’ndaki kahramanın Amerikalı, beyaz, hali vakti yerinde bir aileye mensup olmasına takılmayın. Çünkü kadınlar söz konusu oldu mu, kümeler en üstte değil en altta toplanıyor.
‘İyilik’ kisvesi altında tutsaklık
Öykünün konusunu kısaca aktarayım, sonra neyin ne olduğunu anlamaya çalışalım. Sarı Duvar Kağıdı’nda anlatıcı isimsiz bir kadın; yeni anne olmuş, depresyonda, yazarak kendini ifade etmek istiyor. Ancak ‘doktor’ kocası John, yazmanın ona iyi gelmediğine kanaat getirerek, karısını 3 aylığına kiraladığı bir eve getiriyor. Burası bir yazlık, kocası anlatıcı kadını üst kattaki bir çocuk odasında kalmaya zorluyor.
Bu süreçte doktor koca, eşine “dinlenme kürü” denilen tedaviyi uyguluyor ve onun “iyiliği” için yazmasına, yaratıcı faaliyetlerde bulunmasına izin vermiyor. Kadın ise tutsak edildiği odada, geceler ve günler boyunca, güneşin ve ayın eşliğinde sarı duvar kağıdını izliyor. Zihni bu kağıda takılıp kalıyor.
Kağıdının altından çıkan hikaye
Sarı duvar kağıdı, zamanla anlatıcının içinde bulunduğu zihinsel bir hapishane ve elbette kadınlara dayatılan toplumsal kısıtlamaların metaforuna dönüşüyor. Gizli gizli bir günlük tutan anlatıcı; renginden, kokusundan nefret ettiği sarı duvar kağıtlarının altında sürünen kadınlar keşfediyor, onları özgürleştirmek için duvar kağıtlarını yırtmaya başlıyor.
Daha sonra “mekanın ruhu” konusundaki başarısıyla pek çok incelemeye ve başka esere ilham olacak “Sarı Duvar Kağıdı” anlatıcısını huzursuz ederken, kağıdın üzerindeki desenin düzensiz, karmaşık yapısı kadının kendi düşüncelerini ifade edememesinden kaynaklanan zihinsel karışıklığı temsil ediyor.
Gilman, kadınların yaşadığı sınırlamaları ve özgürlüğünün önündeki engelleri bir oda ve bir duvar kağıdı üzerinden gayet net anlatıyor.
Patriyarkinin kadını ‘iyileştirme’ çabası
Hikayede ‘doktor’ koca, erkek egemen otoriteyi temsil ediyor. John, karısına tıbbi bir otorite olarak yaklaşıyor, onu küçümsüyor, yasaklar koyuyor ve ‘iyileşmesi” için onu tedavi etmek istiyor.
Çünkü kadınların zihinsel sağlık açısından yaratıcı faaliyetlerden, entelektüel uğraşlardan uzak durması gerekiyor! Ancak Gilman, öyküsünde bu uygulamanın kadının zihinsel durumunu daha da kötüleştirdiğini gösteriyor.
John’un kaynağını “sevgi”den alan otoritesi, eşini “iyileştirme” çabası yok oluşuna zemin hazırlıyor.
‘Sürünen kadınlar’ ve özgürlük mücadelesi
Öykünün en çarpıcı yanlarından biri duvar kağıdının altındaki “sürünen kadınlar” metaforu. Yürümek yerine elleri ve ayakları üzerine gezinen bu kadınlar, toplumun dar kalıpları içine sıkıştırılmış kadınları simgeliyor.
Kendi içsel karışıklığını çözmek ve kendini gerçekleştirmek isterken bir odaya hapsedilen anlatıcı, sürünen kadınları fark ettikçe yaşadıklarını daha iyi anlıyor. Zihinsel ve fiziksel özgürlüğü ele alınmış kadınlar, erkek egemen toplumun dar kalıplarına (karılık, annelik, edingenlik vb.) sıkıştıkları için sürünmek zorunda kalıyor.
Anlatıcı, üç aylık bir zaman dilimini anlattığı bu kısa öyküde, sürünen kadınlarla özdeşleşiyor, onları serbest bırakmak için duvar kağıdını yırtmaya başlıyor. Gördüğü izler bunu daha önce başkalarının da denediğini, ancak başarılı olamadıklarını gösterse de anlatıcı özgürlük mücadelesi için “delirmeyi” göze alıyor.
Onun için, sürünen kadınları serbest bırakmak, aynı zamanda kendini serbest bırakmak demek. Bu da otoritenin kadınlar üzerinde kurduğu kontrol mekanizmasını yıkmak için sembolik bir savaş.
Bu sürünen kadınlar, sadece anlatıcının değil, tüm kadınların özgürlük mücadelesinin de bir temsili. Duvar kağıdının yırtılması, kadının kendi iradesini geri kazanmasının simgesi.
Ancak, bu özgürlüğün delilik yoluyla gerçekleşmesi, toplumun kadınların özgürleşme çabalarına karşı nasıl sert tepki verdiğini de gösteriyor. Öyle ya kadın, ancak “delirince” bu baskılardan kurtulabilir; çünkü toplum normlarına göre, kadınların özgür olması "delilik" olarak kabul ediyor!
Gerçi Gilman, yıllar sonra bu öyküyü neden yazdığına ilişkin şöyle çok anlamlı bir söz ediyor:
“Sarı Duvar Kağıdı, insanları delirtmek için değil, insanların delirtilmesini önlemek için yazıldı ve işe yaradı.”
Kadının kaçışı ve deliliğin zaferi
Ben bu sürünen kadınları, sadece anlatıcının bireysel özgürlük mücadelesinin değil, aynı zamanda kolektif bilince ilişkin bir işaret olarak okuyorum. Gilman’dan birlikte mücadele etmeye yönelik bir mesaj. Anlatıcı da zaten, ara sıra sorular sorarak okuyucuyu kendi hikayesine dahil ediyor.
Öykünün sonunda anlatıcı, duvar kağıdındaki kadının kendisi olduğuna inanıyor ve kendini tamamen serbest bırakıyor. Dediğim gibi bu özgürleşme delilikle birlikte geliyor.
Gilman’dan aldığım bir önemli mesaj da şu: Özgürlüğün bedeli ağırdır, ancak mücadele kaçınılmazdır.
Çocuk odası: Büyümeyen kadınlar ve annelik
Anlatıcının içinde bulunduğu odanın bir “çocuk odası” olduğunu belirtmesi de çok önemli bir simge. Burada bir çocuk kalmadığı için mutlu olan anlatıcı, bana göre oda üzerinden iki önemli mesaj veriyor.
Biri toplumun “hassas”, “zayıf”, “korunması gereken” gibi uyduruk hassasiyetlerle kadınların büyümesine, kendisi olmasına, kendini ifade etmesine bir türlü izin vermeyişi.
Hikaye boyunca koca da “sevgi dolu”, “tatlı” sözcükleri ile karısını çocuklaştırıyor. Bir otorite simgesi olarak, kadın üzerinde tam bir otorite kuran koca, anlatıcının isteklerini “çocukça” buluyor ve onu bir çocuk gibi kontrol ediyor. Haliyle birey olması engellenen kadın da kendine yabancılaşıyor.
Çocuk odasının bir diğer anlamı ise kadına biçilen “annelik” rolü. Bu imge doğurganlığı ve çocuk yetiştirme görevi ile kutsanan anneyi simgeliyor. Anlatıcı alt katta, beğendiği odada kalmak isterken kocası onu “üst kattaki” sarı duvar kağıtlı odada tutmaya çalışıyor.
Penceresinde demir parmaklıklar bulunan bu oda; anlatıcının varlığının “yalnızca anne olma rolüne” indirgendiğinin, bireyselliğinin ve zihinsel sağlığının yok sayılmasının metaforik bir yansıması.
Bayılan koca ve ironik bir başkaldırı
“Sarı Duvar Kağıdı” öyküsünün sonunda, anlatıcının delirdiğine hükmeden kocası bayılıyor. Spoiler gibi olacak ama anlatıcının bu cümlesini yazacağım:
“Peki o adam neden bayılmış olsun ki? Ama bayıldı, hem de duvarın hemen önünde, yolumun tam karşısında, bu yüzden bu seferinde üzerinden sürünerek geçmek zorunda kaldım!”
Bu ironik anlatı; erkek olarak, otorite olarak öykü boyunca karısının iyiliği için neyin doğru olduğunu çok iyi bilen, onu iyileştirmek için pasifize eden kocanın tüm güçlerini elinden alıyor. Güç dinamikleri tam tersine dönüyor.
Hatırlarsanız o yıllarda, bayılmak çok kadınsı bir eylem. Ama Gilman’ın kıvrak zekasıyla; hikayenin güçsüz ve kontrol edilmesi gereken biri olarak gösterilen anlatıcısı ayakta kalırken, gücün ve otoritenin simgesi koca bayılıyor, tamamen kontrolsüz bir şekilde yere yığılıyor.
Böylece John’un bir erkek olarak kendine biçtiği “akıllı”, “mantıklı”, “saygın” insan rolü sorgulanır hale geliyor. Bu ince ironiyle Gilman, toplumsal cinsiyet rollerinin altüst edilmesi, kadınların özgürleşme mücadelesi, erkek egemen topluma karşı bir meydan okuma gibi mesajlarını bize ulaştırıyor.
Aslında otobiyografik bir öykü
Gilman yaşamı boyunca (1860-1935) sadece öyküleri, romanları, yazıları ile değil yaşamıyla da kadınların haklarını kazanmaları, birey olarak kendilerini var edebilmeleri için uğraşıyor. İntihar ettiği güne kadar mücadeleden hiç vazgeçmiyor.
Daha da uzatmamak adına Charlotte Perkins Gilman’ın hayatını bir başka yazıya bırakırken, Sarı Duvar Kağıdı’nın yazarın hayatından bir kesiti aktardığını söylemeliyim.
Gilman’ın kendi kişisel deneyiminden yola çıkarak kaleme aldığı bu hikaye, aslında otobiyografik bir öykü. Depresyonla mücadelesi, anne olduktan sonra bir doktor tarafından “dinlenme tedavisine” maruz bırakılması, mutsuz evliliği Gilman’ın bizzat kendisinin yaşadığı olaylar.
İlham verici bir külliyat bıraktı
Gilman’ın toplumsal baskılara karşı güçlü eleştiriler yönelttiği tek eseri Sarı Duvar Kağıdı değil elbette. Yazının iyileştirici gücüne sığınmakla kalmayıp, bunu bir başkaldırı, özgürlük arayışı ve mücadele yöntemi olarak benimseyen Gilman, feminist, hümanist, yazar, sosyolog ve sosyal reformcu olarak çok değerli bir külliyat bıraktıktan sonra gitmeyi tercih etti.
Yaşadığı acıları, travmaları bireysel algılamak yerine, kalemini kadınların özgürleşmesi, toplumsal cinsiyet eşitsizlerine karşı mücadele etmek için kullanan Gilman, kendisinden sonra gelen pek çok kişiye hem yaşamı hem de fikirleriyle ilham oldu.
“Women and Economics” gibi kuramsal eserlerin yanı sıra Gilman’ın Türkçe çevirilerini okuyabileceğiniz “Erkek Yapımı Dünya: Bizim Androsentrik Kültürümüz”, “Ev: İşleri ve Etkileri” bir üçleme roman olan “Kadınlar Ülkesi”, “Dağı Yerinden Oynatmak”, ilk feminist ütopya sayılan “Herland” gibi kitapları bulunuyor.
Sarı Duvar Kağıdı’nı İthaki Yayınları’ndan Sevda Deniz Karali çevirisi ile okuyabilirsiniz. Bu cildin içinde ayrıca “Ben Cadıyken”, “Büyük Morsalkım” ve “Sallanan Sandalye” öyküleri de bulunuyor.
Can Yayınları Ayşen Taşken Ekmekçi çevirisiyle “Sarı Duvar Kağıdı ve Diğer Öyküler” adıyla Gilman’ın öykülerini okurla buluşturuyor. Otonom Yayıncılık da Aksu Bora çevirisiyle, bu öyküyü okurlarına sunuyor.
Sayısız dile çevrilen, birçok kez sahnelenen, filme çekilen Sarı Duvar Kâğıdı, Delidolu’nun resimli kitaplar koleksiyonunda da yer alıyor. Maria Brzozowska’nın çizimleri, Başak Çaka’nın çizimleriyle bu kült eserin bu versiyonu da oldukça ilginç. Ayrıca Karbon Kitaplar’da Selen Birce Yılmaz çevirisiyle cep boy olarak da bulabilirsiniz.
Keşke Gilman’ın fikirleri eskiseydi…
Virginia Woolf, Simone de Beauvoir, Ursula K. Le Guin, Margaret Atwood gibi sevdiğimiz yazarların ayak izlerine takip ettiği Gilman’ın yazdıklarını keşke bugün okuduğumuz da demode bulabilseydik. Ne yazık ki Gilman, bugün yaşasaydı yine benzer bir yaşam sürüp, birazcık farklı hayatlar üzerinden aynı fikirleri paylaşırdı diye düşünüyorum.
Sarı Duvar Kağıdı’nın yayımlanmasından bu yana 122 yıl geçmiş olmasa da patriyarki değişmeyen taktikleri ile kadınları, çocukları “iyilik” adına, “sevgi” adına baskılamaya, kendi gücünü ispatlamak adına fiziksel ve zihinsel işkence etmeye, öldürmeye devam ediyor.
“Kutsal aile” mitini hiç sorgulamadan, herkesin evlenmesini, herkesin anne-baba olmasını dayatan toplum, kadınları, çocukları “korumaktan”, “sevmekten” söz etse de bu anlayışta korumanın otorite, sevmenin toksik bir duygu anlamına geldiğini çoktan öğrendik…
“Sürünen” kadınların özgürleşmenin mutlaka bir yolunu bulacağına olan inancımla, bu kısa öyküyü okumanızı tavsiye ediyorum.
(NK/Mİ)