Express Dergisi'nin "Neoliberalizmin Gerçek 100'ü" kitabını hazırlayan Hayri Kozanoğlu'yla yaptığı söyleşiden son ekonomik krizin Türkiye'ye etkileri hakkında görüşlerini alıntılayıp yayınlıyoruz. Aykut Kılıç ile Siren İdemen'in yaptığı söyleşinin ilk yarısının tamamı Expres Dergisi'nin ekim sayısında. İkinci yarısıysa derginin bir sonraki sayısında yayınlanacak.
Bu krizin diğer ülkelere yansıması nasıl olacak?
Dünyada en fazla dikkatlerin çekildiği ülke Çin. ABD, Çin'in en önemli ihracat kalemi. ABD'nin cari açığını en fazla finanse eden ülke Çin. İlginç rakamlar var, mesela Fannie Mae ve Freddie Mac'de Çin'in 450 milyar dolarlık tahvil ve finansman bonosu yatırımı olduğu biliniyor. Çin'in yaklaşık 1.4 trilyon dolarlık rezervi var. Bu rezervin çok büyük bir kısmı ABD Hazinesi kâğıtlarına ayrılmış durumda.
ABD'deki kriz Çin'de de bir kriz alamına mı gelir, yoksa tersine Çin'in lehine mi olur?
Bunun boyutlarını tam olarak görmek çok kolay değil. Asya krizi sonunda, Asya ülkelerinde çok ciddi bir yaşam standardı gerilemesine, üretim daralmasına yol açan ve Asya'da yılların emeğiyle yapılmış yatırımların kısa sürede, ABD başta olmak üzere, Batılı kapitalist ülkelerin eline geçmesine neden olan bir süreç yaşandı.
Bu krizde de belki ABD kuruluşlarının bir kısmını Çin'in, Körfez ülkelerinin, Suudi Arabistan'ın satın alması söz konusu olabilir. Belli ölçülerde, kriz olarak da Çin'e yansıyabilir. Orada da işsizlik artabilir, üretim düşebilir, ama öbür taraftan da Çin'in mevcut birikimleri nedeniyle bir kısım kuruluşların ucuz fiyatlarla Çin'in eline geçmesine neden olabilir. Çok karışık bir mekanizma.
Türkiye nasıl etkilenir? 2009'dan itibaren etkinin hissedileceği, önümüzdeki bir buçuk sene, büyümenin yüzde 4'ün altında olacağı söyleniyor...
Küresel ekonomiyle yakın bağları olan hiçbir ülke bu krizden zarar görmeden kendisini kurtaramayacak.
Ama özellikle Türkiye gibi cari işlemler açığı çok yüksek olan ülkeler daha fazla etkilenecek.
Türkiye cari işlemler açığı veriyor, yani yurtdışı aleme sattığı mal ve hizmetlerden elde ettiği döviz gelirleri, aldığı mal ve hizmetlere harcadığı paradan daha az.
Bu sistemin devam etmesi için finanse edilmesi gerekiyor. ABD'de kamunun borçlanma faizlerinin bu kadar düştüğü, risk algılamasının bu kadar yükseldiği bir dönemde, Türkiye gibi ülkeler, YTL cinsinden faizleri daha da yüksek tutarak para çekebilirler.
Faizlerin yükselmesi, Türkiye'de durgunluğun artması, yatırım eğilimlerinin iyice duraksaması demek, ikincisi, Türkiye kendine özgü krizler yaşadığında, örneğin 1994'te, 2001'de, büyük ölçüde üretim altyapısını dış aleme yönlendirip ihracat gelirlerini arttırarak krizden sıyrılmayı denerdi, şimdi her yerde talep düştüğü için böyle bir şansı olmayacak.
Bu krizin Türkiye'ye zararını sınırlandırıcı olumlu bir etki, görmeye başladığımız gibi, petrol, enerji, ham madde fiyatlarındaki düşüşler olabilir. Türkiye bunların ithalatçısı olduğu için buradaki faturası daralacak.
Böyle bir durumda, Türkiye gibi ülkeler, çalışan insanların gelirlerini arttırarak, sosyal harcamaları arttırarak talebi sıradan insanlarla sağlamak yoluna gidebilirler.
İkincisi, bu krizin Türkiye'nin önünde ciddi bir fırsat olduğunu düşünüyorum. 1982'de, hatırlanırsa, dünya borç krizi olmuştu, bütün borçlu ülkeler, Latin Amerika ülkeleri, Güney Kore, Polonya gibi ülkeler borçlarını ödemekte sıkıntıya düştüler ve borçları yeniden yapılandırıldı.
Evet, bu süreçte ekonomileri ciddi daraldı, genel olarak zarar gördüler ama, en azından borçlarında bir indirime gittiler, vadeler yayıldı. Halbuki o dönemde Türkiye, efelik yapan Özal'ın "aman borçların kuruşunu bile aksatmayalım, sonra sittin sene borçlanamayız" öngörüsü üzerine, borçlarını son sentine kadar ödedi.
Ama bu, Türkiye'nin mükâfatlandırılmasını getirmedi. Sonraki dönemde, Güney Kore çok daha hızlı büyüdü, Latin Amerika ülkeleri ciddi krizlerle karşılaştılar ama, piyasaların hafızası çok kısadır, '80'li yıllarda borçlarını ödeyememelerinin hesabını kimse pek sormadı. Bu süreçten en fazla yarayla çıkan ülke Türkiye oldu.
Şimdi, Türkiye'nin de borçlarını yeniden yapılandırması için bir fırsat doğuyor. Efelik yapmak yerine pazarlık yapılabilir.
Türkiye'nin bir pazarlık gücü var mı?
Borçluysanız, her zaman bir pazarlık gücünüz vardır, hele büyük borçluysanız. Borcunu ödeyemediğini söylüyorsan ve insanlar hâlâ sana mallarını, petrollerini, arabalarını satmak istiyorlarsa, pazarlık gücün vardır.
Bunun en iyi örneği Arjantin. Üstelik Arjantin bunu tek başına yaptı. Türkiye şimdi sistemde karmaşanın, paniğin, toz bulutunun olduğu bir dönemde, benzer ülkelerle birlikte bir pazarlık gücüne sahip olabilir.
Bir de, Türkiye 2001 krizinden, özellikle 1994 ve '99 krizlerinden farklı olarak, çok ciddi doğrudan yabancı sermaye yatırımı aldı, bunun artıları ve eksileri var.
Ama, sermaye kaçışı ihtimali anlamında bir artısı şu, büyük yatırımları olduğu, para bağladığı zaman, ülkenin kaos içinde olmasına, krizlerle karşılaşmasına karşı sermaye tetikte oluyor. Finans sermayesiyle, üretim sermayesinin çok çok iç içe geçtiği bir dünyada yaşıyoruz.
Bu nedenle, Türkiye, yabancı sermaye girişinden nispî olarak yararlandı. Şimdi artık dünya, bize anlatıldığı anlamda küreselleşmenin geçerliliğini yitirdiği, bütün kuralların, kurumların, mekanizmaların tekrar gözden geçirileceği, tekrar yapılandırılacağı bir döneme giriyor.
Burada oluşabilecek pazarlık gücünden yararlanmak lâzım. Bunu sadece muhalif iktisatçılar değil, sistemin en önde gelen yorumcuları söylüyor: Sistemin bütün varsayımlarının sorgulandığı, yeniden yapılandırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Krizler aynı zamanda fırsatlar da demekse, yeni fırsatların da ortaya çıkabileceği söylenebilir.
Sistemin sorgulanmasından kastettiğiniz ne, neoliberal politikalardan vazgeçiş mi, bir restorasyon mu?
Bütün dünyada, hem ülkelerin içerisinde, hem de küresel anlamda bir sınıf mücadelesi olacak. Sermaye gücünü elinde tutanlarla, ezilenler, emekçiler arasında ve güçlü ülkelerle zayıf ülkeler, bölgesel bloklarla tek tek ülkeler arasında, yani hem sınıf savaşımının, hem de emperyalizmin aslında eskiden olduğundan çok daha fazla hissedildiği bir döneme geliyoruz.
Tabii kesin kehanetlerde bulunmak çok zor, ama farklı bir dönem olacağı, ezberlerin bozulacağı bir dönem olacağı da açık. Yani "emperyalizm yoktur" diyerek ezber bozma döneminden, "emperyalizm vardır" diyerek ezbere dönme dönemine geliniyor. Aslında, ezber bozmanın "emperyalizm vardır" demek olduğu görülecek.
Bu sorgulamayı sol örgütlenmeler, muhalifler mi yapıyor/yapacak, yoksa DTÖ'den Davos'a, IMF'den Dünya Bankası'na sistemin kumanda merkezleri de bu sorgulamayı yapacak mı?
Devlet kapitalizminin belirleyici olduğu dönemlerde, örneğin Fransa'da bankacılık sistemi tamamen kamunun elindeydi, ama hiç kimse kapitalizmin olup olmadığını tartışmıyordu.
Benim tahminim şu noktaya çekilinecek. Küreselleşme sermaye akışlarının, döviz spekülasyonlarının, paradan para kazanma pratiklerinin en aza indiği, ama mümkün olduğunca serbest ticaretin devam ettiği şekilde tanımlanacak; DTO fonksiyonlarını devam ettirdiği, ekonomik milliyetçiliğin önüne geçmeyi amaçlayan bir programla yola çıkacak. Ama bunu gerçekleştirebilir mi?
Bu da çok şüpheli. Ülkelerin yaralarını sarmak için belli bir süre içe kapanmayı, bilanço çıkarmayı tercih ettiği bir dönem olabilir.
Sınıf güçleri şu anda çok güçlü olmadığına göre, yer yer parlamalar olsa da, ilk dönemde mücadelenin, özellikle metropol ülkelerde ve daha çok burjuvazinin bu tip kanatlan arasında öne çıkacağını düşünüyorum.
Finansallaşma dönemi bir şekilde geride kalacak. Bu noktada, Giovanni Arrighi'nin tezlerini hatırlatmak istiyorum. Arrighi son kitabı "Adam Smith Beijing'de"de, öteden beri savunduğu hegemon güçlerin yükselişi ve düşüşüyle ilgili genel tezlerini Çin-ABD bağlamında yorumluyor.
Onun tezine göre, gerileyen hegemon son bir hamle olarak bütün ağırlığım finansallaşmaya vermeye, finansal gelirlerle ayakta durmaya çalışır, sonra burada da tutunamaz ve yerini yükselen bir hege-mona bırakır. Bu hegemon, o dönem üretimde en fazla öne çıkan ülke olur.
Çin'in önünde böyle bir fırsat olduğunu, Çin'in bu fırsatı hem kendisi, hem de dünya insanlığı için olumlu kullanması halinde, daha eşitlikçi, daha adil bir dünya ortaya çıkabileceğini, ama Çin'in ulusal perspektifle, daha saldırgan bir politika izlemesi halinde, onun da diğer hegemonlardan farkı kalmayacağını söylüyor. (AK-Sİ/EZÖ)
* Neoliberalizmin Gerçek 100'ü, Hayri Kozanoğlu, Nurullah Gür, Barış Alp Özden, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, 288 sayfa
** Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu, Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat bölümü öğretim üyesi.