Bir şeylere karşı çıkmak için uygun bir zaman ve mekân yok. Şartların olgunlaşmasını, belirsiz durumların netleşmesini, güce, belli mertebelere, pozisyonlara ya da sıfatlara sahip olmayı bekledikçe yapılacak itiraz da anlamını yitiriyor. Bir itirazı ‘dile getirme’ ertelenebilir bir şey değil. Önce pozisyonları sağlama alıp sonra itiraz etmek, muhalif kesilmek olmuyor; yerini bulmuyor. Ne kadar kollanırsa uygun durumlar, karşı çıkışlar da o ölçüde sahiciliğini yitiriyor; çoğu kez olduğu gibi, bekleyiş uzadıkça itiraz edeceğimiz şeyler de içimize kök salıyor, bizi dönüştürüyor ve bir zamanlar şikâyet ettiğimiz şeylerin bir parçası kılıyor. AKP ile yapılacak her koalisyon girişiminin nihai akıbeti de bu olacaktır: İtiraz ettiği şeye dönüşmek, AKP’lileşmek. Bu partinin toplumsal hayatta yol açtığı tahribat derinlemesine gözden geçirilmedikçe ve soruşturma konusu yapılmadıkça bir arınma gerçekleşmeyecek. Bu ne kadar mümkün olacak zaman gösterecek ama şimdilik zor görünüyor. Dolayısıyla geçmişte yaratılan tahribatın soruşturulmasına yönelik itirazımızı korumak gerekiyor.
Sadece itirazımızı değil umudumuzu da korumalıyız. Yapılan provakasyonların ve yıpratma girişimlerinin arkasının geleceğini, zor zamanların bizi beklediğini aklımızda tutarak HDP’nin yarattığı barış umudunu diri tutmalı ve verdiğimiz desteği büyütmeliyiz. Yüzümüz Gezi’ye dönükken sırtımız Kobane’ye dönük olmamalı örneğin. Amacımız öncelikle barışı sağlamak olmalı. En önemli toplumsal sorunumuz bu iken seçim sonrası yapılan koalisyon tartışmalarının ekonomik istikrara kilitlenmiş olmasının ne anlama geldiği üzerinde düşünmek gerekli. Kimin için istikrar? İşçi, köylü, işsiz veya milyonlarca güvencesiz çalışan insan için istikrar sözcüğü mevcut yoksunluklarının devam edeceğini belirtmek dışında bir anlam taşır mı?
Down sendromlu çocuklar
AKP döneminde öyle çok şey aşındırıldı ve öyle yoksunluklar yaratıldı ki saymakla bitmez. Ama somut örnekler üzerinden konuşmak her zaman daha yararlı olacağı için tek bir örnek vermekle yetineceğim: 2012 yılında yapılan bir kanun değişikliği ile 18 yaşını dolduran down sendromlu çocukların çalışan anne veya babaları üzerinden sağlık hizmetleri almalarını sağlayan sosyal güvence kaldırıldı. Bu çocukların sigortalı bir işe girmeleri gerekiyor sağlık hizmetlerinden indirimli yararlanabilmeleri için. Ama iş yok. Çok büyük bir meseledir bu: Down sendromlu çocuklar hayatları boyunca tedavi görmelerini gerektiren çeşitli ‘zor’ hastalıklarla doğarlar ve çok sık hastaneye yatmaları gerekir. Eğer bir işleri ve dolayısıyla da bir sağlık güvenceleri yoksa 18 yaşından sonra bu çocukların tedavi masraflarının tümü anne ve babaya yükleniyor artık. Ülkemizdeki down sendromlu çocuk sayısının en az yüz bin olduğunu düşünelim bir de. Sonra birileri ülkeyi hükümetsiz bırakmamaktan söz ediyor, istikrardan… Çok yararlı işler yapıldı ve daha da yapılacak ya! AKP ile koalisyon bir kurulsa ve istikrar sağlansa bu tip sorunlar derhal düzeltilecek sanki.
İstikrar denilen şeye huzur eşlik etmiyor bu ülkede. Ya barış?
Küçük kara balıklar
İktidar işin içinde olsun ya da olmasın barış söylemini korumak, barışı baltalamaya yönelik girişimleri boşa çıkarmak ve gerekirse iktidara rağmen barışı tesis etmek zorundayız. “Küçük Kara Balıklar / Türkiye'nin Güneydoğusunda Çocuk Olmak” adlı filmde yer alan çocuklardan biri yaşadığı acı verici olayları anlattıktan sonra hayallerinden söz eder: “Uzay mühendisi olmak istiyorum, uzay sürekli değişiyor, galaksiler birbirinden gitgide uzaklaşıyor… Başka gezegenleri merak ediyorum çünkü dünyadaki kaynaklar gitgide tükeniyor… Suyu temizlemek gerekli… Her sene ağaç dikerim; Batman’daki havanın daha temiz olması için… Hayvanları yemek için öldürüyoruz, insanları da daha zengin olmak için ya da topraklar için…” Bu küçücük çocuğun bir acı verici anılarından söz ederken ve bir de hayallerinden söz ederken yüzüne yansıyan ifadeye bakmak yeterli neden barışa mecbur olduğumuzu anlamak için. Bunu, bu güzel hayalleri kuran çocuklara borçluyuz her şeyden önce. Bazen silahla bazen de yasa marifetiyle en çok zararı çocuklar görüyor çünkü.
Adalet ve dostluk
Aristoteles Nikhomakhos'a Etik kitabında "Adalet ve dostluk birbirine bağımlıdır. Adalet, kendimizi başkalarının gözünden görmemizi, dostluksa başkalarını kendimiz gibi görmemizi sağlar" der. Sorun tam da burada yatıyor belki: Ne, nasıl görüldüğümüzü önemsiyor ve ne de birbirimizle eşit bir ilişki kurmayı arzuluyoruz. Birbirimizin varlığını güvence altına aldığımız bir hayatın dışında, başka bir hayatın sürekliliği mümkün değil oysa. Öyle bir hayat önünde sonunda bizi yok oluşa götürecek. Sınırlar, uluslar, diller, milliyetler… Bizi böldüğüne ya da diğerlerinden farklı kıldığına inandığımız her şey, zamanı, yaşadığımız gezegenin önünde uzanan milyarlarca yıllık zamanı baz alarak düşünmeye başladığımızda bütün anlamını yitiriyor. Bu konulara bir parça da olsa böyle bakabilsek keşke. Meselelerimizi bütünüyle çözmese de daha ferah bir kafa ile birbirimize yaklaşmamızı sağlayabilirdi belki.
Her şeyi yeniden düzenleme ve değiştirme gücüne sahibiz. Politika dediğimiz şey neredeyse sadece seçim sandığından çıkacak sonuca indirgenmişken, politikanın hayat hakkında söz söyleme, bir şeylere etkime ve bir şeyleri değiştirme potansiyeli böylesine sınırlandırılmışken bile. Belki en çok da o zaman. Bir tarafta hayatın her alanını piyasa denilen ortama dâhil eden ve bunu yaparken etik, estetik, hukuki her türlü kuralı zorlanıp aşılması gereken bir eşik gibi gören, dostluk duygularını aşındırarak biraradalığı olanaksız kılan yıkıcı bir hâkim zihniyet var. En sihirli sözcükleri ‘istikrar’ ve ‘vatan bölünmesin’. Bir tarafta ise nereye gittiğimizin farkında olan ve güçleri yettiğince bu gidişata itirazlarını dile getirmeye çalışan insanlar var ve hayatla derdi olan bu insanların birlikteliği şimdilik en umut verici şey. Bize dayatılan hayata itiraz etmekten ve birlikteliğimizi büyütmekten vazgeçmemeliyiz, bizim de sihirli sözcüğümüz dostluk çünkü. (BŞ/HK)