Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durum birbirini çekememe halinin artık bastırılamaz hale gelmesinden kaynaklanıyor. Bu tahammülsüzlüğü, Türkiye’nin kuruluşunda yer alan söylemi, bugün de olduğu gibi, çağın gereklerine uydurmaya çalışmadan devam ettirmenin gereğine olan inanç besliyor.
Bu inancın beslediği "biz ve ötekiler" kategorisinin çeşitli tezahürlerini bugün acıklı bir şekilde izliyoruz. Zaten farklıklıların barınamadığı zeminlerde de kendi çalıp kendi söyleme, kaç kişi olduğunu sayma hali söz konusu. İçselleştirdiğimiz bu kategori, mevcut sorunları kronikleştirmekten ve asıl sorunların üzerini örtmekten başka bir işe yaramıyor. Bahsettiğim durumun en güncel örneklerinden birini Kadınlar Günü dolayısıyla yayınlanan "Siyaset Meydanı" programında gözlemlemek mümkündü.
Türkiye’nin farklı coğrafyalarından gelen, farklı sınıflara ait birçok kadın Türkiye’nin güncel meseleleri ve kadın sorunları hakkında ne düşündüklerini söylemeleri için Siyaset Meydanı’na davet edilmişlerdi. Savaşta ve barışta fikri sorulmayan, dilsiz, kimliksiz, erkek egemen söylemin içinden yetişen kadınlar…
Onlardan bir anda ezberlerini bozmalarını beklemek haksızlık olur. Ama meydanı kırk yılda bir boş bulan bu kadınların böylesine teslimiyetçi, boş sözler sarf etmelerine de şaşırmamak elde değil. Tabi ki, tartışmanın bu şekilde gelişmesinin çok önemli bir nedeni var. Kimse o kadar insanın önünde ‘öteki’ olma cesaretini gösteremedi. "Ben ve öteki" algısının baskın olduğu bir kültürde, demokrasi mümkün olamaz. "Ben", ötekiyle iletişim kurarken onu kendisine benzetmeye çalışır. Dolayısıyla ya farklılıklarımız yok olur ya da öteki buna farklı şekillerde direnir.
Her şeyi ikili yapılar halinde düşündüğümüz için (Kadın-erkek, ben-öteki) asıl sorunlarımızın kaynağı olan "arada kalanlar" hemen bir tarafa aitmiş gibi gösterilmeye çalışılır.
Biz...
Programa katılan kadınlar aynı değerleri, inançları ve beklentileri içeren "Biz" üst kategorisinden yoksundular. Bu yüzden birbirleriyle iletişim kuracak ortak bir zemin bulamadılar. İki elin bile birbirinin aynısı olmaması gibi, bir ülkede yaşayan herkesin aynı değerlere ve beklentilere sahip olmasını bekleyemeyiz. Ancak birbirimizi, farklı yaşama biçimlerine sahip olan ve sürekli değişen insanlar olarak kabul edersek, diyalog mümkün olur. Böyle bir iletişim biçiminde ise "öteki"ne yer yoktur.
Sürekli değişen, gelişen, farklı beklentilere sahip biz vardır. Böylelikle birbirimizi dinlemeye, anlamaya ve sonunda kendimize benzetmeye çalışan "Ben ve öteki" olmaktan kurtuluruz. Diğer şekilde içinde bulunduğumuz sürekli değişen söylemin hiç değişmeyen, çağ dışı nesneleri haline geliriz.
Bu pencereden bakarak programdaki tartışmaları değerlendirelim. Kuzey Irak operasyonları bağlamında kadınların savaş konusunda ne düşündükleri konuşuldu çünkü kimse savaş çıkartırken kadınlara sormuyordu. Oysa ki savaşta ölenler onların çocuklarıydı. Dolayısıyla, "askerlik", "şehitlik", "terör" tartışılırken, PKK’nin varoluş nedenleri irdelenmeye başlandı.
Alkışlar...
Kürt öğretmen, köyündeki bir evin, şehidi için ağladığını, komşusunun ise dağda ölen çocuğu için ağladığını, ikisine de aynı şekilde üzüldüğünü söyledi. Kendini iki söyleme de hem ait hem de karşıt hisseden, üst biz kategorisine gönderme yapan bir çağrıydı. Birkaç "çatlak ses" de Doğu’daki eğitimsizliğin ve yoksulluğun da bunlara sebep olduğunu söyleyince artık bardaktaki son damla taştı. "Şehit annesi" artık dayanamadığını belirterek söze başladı. Sanki başka bir ülkede yaşıyordu. Duyduklarına inanamıyordu. "Vatan hainliğinin" hiçbir bahanesi olamazdı. Operasyonlar iyi ki yapıldı. Bütün hainlerin idam edilmesi için canla başla çalışacaklardı. Alkışlar…
Bundan sonra ne söyleseniz "vatan haini" olarak fişlenmekle karşı karşıyasınız. Türkçe bilmeyen annenizin hapishane görüşünde kendi çocuğuyla konuşamadığını, bunun kültürel bir hak olduğunu söyleyebilmek, ya da Bülent Ersoy’un haklılığından dem vurabilmek için "öteki" olmayı göze almanız gerekir. Bir anne olarak bunca haksızlığa çözüm aramak varken savaşı tercih etmeyeceğinizi söylemekse ayrı bir cesaret gerektirir. Herkes bir anda unuttuğu değerleri hatırlar ve insan olmanın kadın olmanın erdemlerini savaşa kurban eder. Düşman hem içimizde, hem dışımızdadır. Çevremiz bu kadar düşmanla sarılıyken kadın olmak, insan olmak bize lüks gelir.
Programda, yukarıda değindiğimiz asıl meseleler hiç konuşulamadığı için sevgi, kardeşlik gibi hiçbir yaraya tuz basmayan sözler havada uçuştu. Daha gerçekçi çözümler üretebilmek için "Biz"i oluşturan ortak değerlerimizi hatırlamalıyız. Bunun için Ali Kırca’nın iddia ettiği gibi bir anneanne motifine ihtiyacımız yok. Bir yarışma programında ünlenen ve herkesin sempatisini kazanan bu yaşlı kadın sanki bizim derdimize çare olacakmış gibi gösterildi ancak bizim ihtiyacımız olan şey insan olmayı, kadınlığı ve "Biz"i yeniden tanımlamak ve korkularımızla yüzleşerek nasıl bir dünya istediğimizi kendimize sormak.
* Deniz Şahinalp, Bilgi Üniversitesi Kültürel İncelemeler Yüksek lisans öğrencisi