Ne zaman 3D teknolojisiyle çekilmiş bir film vizyona girse, belirli bir önyargıyla konusunu okurum. Genelde bu filmlere çekingen yaklaşmamın sebebi, üç boyutlu bir film çekmek için senaryonun iyi oluşturulmadığı, dişe dokunur bir hikayesi olmayan, bol efektli olay örüntülerinin film adı altında sinemaya akarıldığına dair düşüncemdi.
Sualtı güzelliklerini ya da uzayda yolculuğu konu alan durağan belgeseller bir yana, "Son Durak" gibi biçimin içeriğe galip geldiği, anlamsız heyecanların yaratıldığı üç boyutlu filmlerin yaygınlaşacağına dair bir inanç taşıyordum. Ta ki "Avatar'ı izleyinceye kadar... Üç boyutlu olması bir yana, Avatar bana beklediğimden çok daha fazlasını sundu. Teknolojinin tüm imkanlarını kullanarak çekilen bu filmde ilginç olan, "insan" olmanın sorgulanmasıydı.
Avatar 2154 yılında dünyada 4.4 ışık yılı uzaklıkta Pandora gezegeninde geçiyor. Klasik uzaylı filmlerinin tersine, bu sefer insanlık istilacı rolünde, Pandora gezeninde bulunan çok değerli bir madeni ele geçirmeye çalışıyor. Gezegendeki rengarenk bitki örtüsü, dev ağaçlar, havada asılı kayalıklar, gece ışıl ışıl yanan yapraklarla, Pandora bir masal diyarını andırıyor. Gezegende Navi denilen başka bir ırk yaşıyor. Mavi derili, 3, 3.5 metre boyunda, şamanist geleneklere sahip kabile halinde yaşayan Naviler tam da Amerikalıların kaynaklarını ele geçirmek istediği bölgenin üzerine evlerini kurmuşlar.
Genç ve yarı sakat asker Jake Sully, insan ve Navi DNA'sının karışımıyla ortaya çıkan Avatar bedenine bürünerek Naviler arasına casusluk yapmak için karışıyor. Fakat orada farklı macerlar yaşadıkça, Naviler arasında geçirdiği zamanla gerçek hayatı birbirine karıştırıyor. Güzel öğretmeni, savaşçı Neytiri'ye duyduğu aşk ile Pandora'ya daha çok bağlanıyor. Ancak insanların orda bulunma sebebi ve anlaşmanın sağlanamaması yüzünden savaş kaçınılmaz hale geliyor.
İnsanlığın her şeye üstün olduğuna dair inancı sorgulatacak savaş karşıtı bir yapım olarak Avatar'ın büyük oynadığını söyleyebiliriz.
İnsan, bugün doğal kaynakları dilediği gibi kullanan, kendi çıkarını her şeyin üzerinde tutan, kendi egosu uğruna bitmek bilmeyen savaşlara giren bir varlık. Daha da kötüsü, Robinson Crusoe vari bir kararlılıkla kendi yaşam biçiminin en iyisi olduğuna inanmış ve yüz yıllardır bunu "ötekilere" benimsetmeye çalışıyor. Aslında insanlık tarihi Avatar benzeri hikayelerle dolu. Bu açıdan filmin bildik bir hikayeyi masal gözlükleriyle, daha yenilir yutulur şekilde anlattığını söyleyebiliriz. İnsanlığın geçirdiği "evrimi" anlamak için , Ece Ayhan'ın "Tarihe bakarsanız anlarsınız" sözüne kulak vermek yeterli.
Çok uzaklarda geçen bu sömürgecilik hikayesine insanlık olarak hiç de yabancı değiliz. Güçlü insanın, kendine benzemeyene karşı tepkisi yüz yıllardır aynı oldu. Amerikalılar kızılderililerin derilerini yüzerken, İspanyollar Güney Amerka'daki koskoca medeniyetleri yok ederken, Avusturalya'da Aborjinler'e yönelik soykırımlarda kopan çığlıklar, insanlarla savaş halindeki Navilerin haykırışlarından farklı değil. İnsanlar, yollarından çekilsinler diye onlara "medeniyet" getirmeye hazırlar ama Navilerin insanlardan istediği hiç bir şey yok. Bir çok insanın onlarsız yaşamayacağını düşündüğü diet kola, kot pantolon ya da playstation'a ihtiyaçları yok. Eğer anlaşma yapmaya razı gelmiyorlarsa, o zaman Albay Miles Quaritch (Stephen Lang) demesiyle bu işi "insanca" bir şekilde halledeceklerdir.
"Beyaz Adam" tarafından insan yerine koyulmayan sömürge halklarının da Beyaz Adamın onlara zorla verdiklerine ihtiyacı yoktu. Şu anda da, o halklardan geriye kalanlar, tüketim nesneleriyle çevrilmiş bir halde yaşamaya çalışıyorlar. Her tüketim biçimi bir gösteriş ve üstünlük ritüeline dönüşmüş durumda. Sınırsızca tüketmeye yönlendirildiğimiz dünyada teşekkür etmeyi, doğanın bize sunduklarına minnet duymayı, ihtiyacımız kadar olanı almayı Navilerden öğreniyoruz.
Avatar, soykırıma uğramış eski dünya kabilelerinin dilini kullanarak bize yok sayılan ya da yok edilen yaşayış biçimlerini bambaşka bir pencereden gösteriyor. "Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen birşey olduğunu anlayacak." Bu kızılderili atasözüne bakılırsa, insan olma şerefine erişmiş Beyaz Adam onların tahmin ettiğinden çok daha fazla aç gözlü.(DŞ/EÜ)