Hardt ve Negri'nin İmparatorluk kitabı piyasaya çıktıktan sonra büyük bir ilgi odağı oldu. Bir kitabın bu kadar ilgi uyandırması ve şiddetli tartışmalar yaratması, biraz da giderek hareket kazanan anti-kapitalist eylemlerin hız kazanmasıyla açıklanabilir. Kitabın hedefi yükselen eylemlerin teorik çerçevesini oluşturmaktır.
Bu yazıda yapmak istediğim, kitabın eleştirel bir okumasından öteye, kitapta ortaya konulan teorik yapının ışığında marksizm ve feminizm arasındaki ilişkinin nasıl evrilebileceğini anlamaya çalışmaktır.
Dikenli bir yol olarak da adlandırabileceğimiz Marksizm ve feminizm arasındaki ilişkiyi sorunlu hale getiren en önemli öğelerden biri; kadın emeğinin ev içindeki sömürüsünün sadece sınıf temeline dayalı bir mücadele ile yok edilemeyeceği gerçeğidir.
Sınıf temelli hareketten ayrılmak
Feminist politika, hayatın her alanında erkek egemen ilişkiler bütününün deşifre edilmesi ve ortadan kaldırılması üzerine kurulmuştur.
Kapitalist sistemin gelişimi ve işleyişi; patriarkal ilişkileri ve cinsler arasındaki eşitsizlikleri ya olduğu gibi korumuş yada toplumsal yaşamın başka boyutlarına taşıyarak güçlendirmiştir. Bu eşitsizliklerin devamlılığı, feminist hareketi belli alanlarda, sınıf temelli hareketten ayırmıştır.
Hardt ve Negri'nin İmparatorluk çağının politik analizi üzerine kurduğu 'çokluk' ve 'biopolitik' kavramları, toplumsal eşitsizlikleri açıklamak için sadece sınıfı analiz birimi olarak temel alan sistem analizinden uzaklaşmaktadır.
İmparatorluk ve biopolitik
Sisteme içkin olan ve olmayan bütün ilişkiler, imparatorluk çağında boyunduruk (subsumption) altına alınmış ve sistem içine çekilerek adeta zarflanmıştır . Foucault'dan ödünç aldıkları biopolitik kavramıyla; sisteme ilişkin denetim süreçlerinin zaman içinde içselleştirildiğini ve artık denetimin öznel ve otomatik bir denetim haline geldiğini vurgulamaktadırlar.
Biopolitik kavramı sayesinde, disipline edici güçler, Marksist analizde ele alındığının aksine, ekonomik alanın dışına taşınmakta ve Marksizm ile feminizmin arasındaki mutsuz evlilik olarak adlandırılan ilişkinin barışma noktasını hazırlamaktadır.
Biopolitik kavramı sisteme dışsal olarak var olan alt-sistemlerin tam da sisteme içkin hale geldiğini vurgulamakla ve kapitalist ilişkilerin artık bütün alt-sistemleri tam bir egemenlik altına aldığını göstermektedir.
Ekonomik bir sistem olmaktan öteye
İmparatorluk'un yarattığı tam egemenlik (real subsumption) artık onu sadece ekonomik bir sistem olmaktan öteye taşımaktadır. Böylece Hardt ve Negri sisteme karşı gelişecek güçlerin merkezini sınıftan 'çokluğa' kaydırmaktadır. Bu analitik değişim, sırf ekonomideki yeniden yapılanmalardan dolayı sanayi proleteryasının güç kaybetmesinden çok, sistemdeki çelişki ve eşitsizliklerin artık sadece üretim ilişkilerinden değil; üretimden yeniden üretime, hayatın bütün kesitlerini kapsar hale gelmesinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle sadece sınıf değil ama, 'çokluk' bu boyunduruk (subsumption) ilişkisini kırmayı başaracaktır.
Çokluk, yazarların deyimiyle İmparatorluk içinde ve ona karşı geliştirilen bütün direnişleri ve karşı gelişleri kapsamaktadır. Aslında her yerde olan İmparatora karşı geliştirilen direnişlerin ortak bir dil kullanamamalarına rağmen, bir yorgan misali herşeyi ve her yeri sarmalayan İmparatorluğun gücünün ancak bu tekil güçlerden biri aracılığıyla yorganın bir yerlerden yırtılarak sarsılabileceğini öngörmektedirler.
"Sınıf" temelinden tamamen uzakta
Çokluk kavramı, İmparatorluğa karşı oluşan karşı-güçlerin sınıf temelinden tamamen uzaklaştığı anlamına gelip gelmediği üzerine tartışılacak bir soru olarak kalmaktadır. Ama burada vurgulamak istediğim; çokluk en azından bize sınıf içindeki farklılıkları ve bu grubun homojen bir yapısı olmadığını işaret etmektedir.
Hardt ve Negri'nin deyişiyle; 'Çokluk faal olduğunda, bütün hayatı otonom olarak üretir ve yeniden üretir. Otonom olarak üretmek ve yeniden üretmek yeni bir ontolojik gerçeklik kurmak anlamına gelir. Aslında, çokluk faliyeti, kendini bir tekillik olarak üretir. Bu, İmparatorluğun yok-yerinde yeni yer tespit eden bir tekillik, ortak faaliyetle üretilen, dilsel cemaat tarafından temsil edilen ve melezleşme hareketleri tarafından geliştirilen bir gerçeklik olan bir tekilliktir' (396-7).
Önemli ipuçları
Biopolitik ve çokluk kavramları, bizlere feminizm ve Marksist pratiği birleştirmek ve yeni teorik tartışmalar için önemli ip uçları sağlıyor. Daha özelde baktığımızda, feministlerin patriarkal olarak tanımladığı ilişkiler bütünü, kapitalizmle nasıl bir etkileşim içinde bulunmakta ve kadınların kadın olma konumundan kaynaklanan toplumsal dezavantajlarının neler olduğu ve bunların kadınlar için ne tür toplumsal olumsuzluklar yarattığı önemli sorular olarak durmaktadır.
Bu soruların cevabını, cinslerin özel alanda üstlendikleri rollerin ve görevlerin kamusal alana nasıl yansıdığına baktığımızda görmekteyiz. Patriarkal ilişkiler sadece cinslerin üstlendikleri rolleri tanımlamakla kalmıyor, aynı zamanda günlük pratikten devlet yönetimine kadar birçok alanda kendini hissettirerek; bu eşitsiz ilişkileri feminist politikanın temel hedefleri arasına koyuyor.
Partiyarkal ilişkilerin hayatın bir çok alanına yayıldığı ve sosyal bir dışlanmaya dönüştüğünü kadınların kamusal alanda üstlendiklerin rollerin türünden ve niteliğinden kolayca görmek mümkündür.
Ve cins temelli iş bölümü...
Feminist hareket, 'özel' alanda var olan ilişkilerin politik bir içeriği olduğunu vurgulamakla kalmamış ve yaşamın diğer alanlarında egemen olan patriarkal ilişkileri deşifre etmeyi büyük ölçüde başarmıştır. Kapitalist ilişkiler ile patriarkal yapının birbiri ile örtüşüp, kadın emeğinin nasıl sömürü altına alındığının açıklanması, feminist hareketin önemli katkılarından biri olmuştur. Kadının toplumsal yeniden üretim içindeki rolü bir çok ülkede cins temelli iş bölümü nedeniyle kadın işi olarak algılanmakta ve aynı zamanda değersizleştirilmektedir.
Kadın işgücü şehirlere ve fabrikalara yani kamusal alana, taşındığında ise; cinsel kimliklerini işyeri kapısında bırakarak, bazı teorik yaklaşımların benimsediği gibi bir işçiye dönüşmüyorlar. Kadın olmaktan dolayı çeşitli kontrol ve kısıtlamalarla karşılaşıyorlar. Kadınların ekonomik alandaki faaliyetlerinin incelenmesi, kadın emeğinin nasıl sadece kapitalist sistemin doğasından kaynaklanan bir sömürüye değil, aynı zamanda patriarkal ilişkilerin sistemle örülmesinden ötürü başka baskılara tabi olduğunu ortaya çıkarmaktadır.
Kadınların ekonomik üretimde karşılaştıkları dezavantajlardan en iyi bilinenleri emek-yoğun ve ev-eksenli işlerle, tarım ve aile işletmelerinde ücretsiz olarak çalışamalarıyla ilintilidir. Şehirlerde enformel ve düşük ücret ödeyen sosyal görünürlüğü olmayan işlerin önemli aktörleridir kadınlar.
"Çokluk" kavramı ve kadının geleceği
Feminist ajandanın önüne koyduğu ve kadınların kadın olmaktan dolayı yaşadıkları eşitsizlikleri ortadan kaldırma ile kadınların sınıf konumlarını bir araya getiren bir pratik ajandanın ne dereceye kadar örtüşeceği önemli bir soru olarak önümüzde duruyor.
Bu bağlamda, Hardt ve Negri'nin sunduğu kavramlar, yukarıda değinilen ve özgürleşme olarak tanımlanabilecek bir hedefe ulaşılmasında yararlı olabilecekler mi?
Hardt ve Negri'nin bize önerdiği çokluk kavramının politik çıkarsamaları, Marksizm ve feminizmin mutsuz evliliğini kurtarabilir mi? Bu soruların cevabı çeşitli teorik düzlemde de bulunabilir ama eylemlerimizin ve genel pratiğin bize neler öğrettiğine bakmadan teorik sonuçlar çıkarmak zor görünmektedir. Yükselen anti-kapitalist eylemlilik içinde feminizm ve çeşitli kadın gruplarının kendilerini nasıl ifade ettikleri ve bu nedenle pratik ajandamızın yukarıdaki sorunlara ışık tutacağı açıktır.