DB, küreselleşmenin önemli boyutlarda zenginlik yarattığını kabul ederken, bu zenginliğin eşit dağıtılmadığını da vurguluyor: Zengin ve fakir ülkeler arasındaki, ortalama gelir düzeyi farkı, son 40 yıldır ikiye katlanıyor. Doğu Asya'da fakirlerin sayısı azalırken, Latin Amerika, Güney Asya ve Orta Afrika'da günde l doların altında gelirle yaşayan insan sayısı hızla artıyor. Orta ve Doğu Avrupa'nın Geçiş Süreci ülkelerinde de bu gruba dahil olanlar çoğalıyor.
Dünya Bankası reçeteleri!
Giderek kötüleşen bu koşullar içerisinde 1990'ların DB raporlarında yoksulluğun önlenmesi için iki strateji vurgulanıyordu:
Emek-yoğun üretimle sağlanan ekonomik büyüme yoluyla uluslararası ekonomik sisteme entegrasyon
Alt-yapı yatırımlarının artırılması..
YMR'de ise yaşanan deneyimlerin ışığında bu iki stratejinin yoksulluğu önlemede yeterli olmadığı, yönetişim (governance) ve kurumsallaşmanın yoksullukla mücadelenin merkezine oturması gerektiği bildiriliyor.
Yeniden değerlendirilen stratejilerde üç önemli eylem alanı ortaya çıkıyor:
Yoksulların fırsatlara ulaşması ve var olan fırsatların zenginleştirilmesi, ki bunlar işsizlere iş, altyapı, sağlık/ eğitim ve ekonomik büyüme.
Kamusal kurum ve olanakların yoksulların ihtiyaçlarına ve sesine cevap verecek şekilde organize edilmesi ve yönetilmesi. Özellikle, kadın-erkek ve etnik kimlik ayrımlarının azaltılması için yoksulları güçlendirecek kurumsal düzenlemeler yapılması.
Yoksulları var olan risklere karşı koruyacak güvenlik mekanizmalarının geliştirilmesi.
Özetle DB dünya üzerinde yaşanan yoksulluğun sebeplerini savaşlar, ekonomik kriz, doğal afetler ve hastalıklara bağlarken yoksulları bunlardan koruyacak ve ulusal düzeyde etkin olabilecek tedbirler öneriyor.
Yoksulluk kapitalizme içkin
Oysa yoksulluk, DB'nin iddialarının aksine, kapitalist sisteme içkin nedenlerle ortaya çıkıyor. Kendi verileri dahi yoksulluğun küreselleşme ile birlikte yayılıp keskinleştiğini işaret ediyorken, Banka'nın bunun sebebi olarak sadece ekonomik kriz ve yaygın hastalıkları göstermekteki ısrarı elbette saflıktan değil. Giderek artan yoksullukla neo-liberalizm arasında dolaysız bir bağ kurmak, son analizde, Banka'nın uzun yıllardır bir çok ülkeye dayattığı bu politikaların kitlelerin yoksullaşması ile sonuçlandığını resmen kabul etmesi anlamına gelecektir.
DB'nin yoksullukla mücadele programı çerçevesinde uyguladığı politikaların da çok açık bir şekilde yoksulları değil, sermaye ve çok uluslu şirketleri kayırdığını görüyoruz. Türkiye için geliştirilen tanımda sübvansiyon ve destekleme alımlarının kaldırılması ve "doğrudan gelir desteği" öngören politikalar bu konuda iyi bir örnek.(2) Her şeyin ötesinde, insanları tarımsal üretimden uzaklaştırarak işgücü piyasasının dalgalanmalarına bırakacak olan bu politikalarla üretim dışında kalan topraklar daha etkin olduğuna inanılan büyük ölçekli sermaye kuruluşlarının eline geçecektir. Bu da Türkiye nüfusunun yüzde 40'ına yakın büyük bir nüfusun topraksızlaştırılması ve yoğun üretim için işçileşmesi ya da kent yoksulları arasına katılması demek olacaktır. Bu örneğin de gösterdiği gibi; DB politikalarının asıl hedefi "yoksul" olarak tanımladığı kesimin ihtiyaçlarına öncelik vermekten çok, her zaman için kapitalist üretim ilişkilerinin yaşamın her boyutuna yaygınlaştırılmasıdır.
"Yoksunlaştıran birikim"
Banka'nın analizlerini eksik ve hatalı kılan en önemli kusuru, yoksulluğun kapitalist sisteme içkin oluşunu görmezden gelmesi. Dünya nüfusunun önemli bir kısmı sermaye birikiminin değişik aşamalarında sistem tarafından yine sistem dışına püskürtülüyor. Yoksulluk yazınında, "dışarıda kalma" yada "sosyal dışlanma" olarak adlandırılan bu durum, bu kesimin kendi kültürel ve kişisel beceriksizliklerine bağlanıyor ya da yoksulluk daha yapısal nedenlerle açıklanıyor. Ancak, sistem içinden geliştirilen analizlerde kullanılan dille "dışarıda kalma" ya da "soyutlanma" radikal analizler için yetersiz. Oysa, David Harvey'in geliştirdiği, "Yoksunlaştıran Birikim" olarak adlandırılabilecek süreç yoksulların sistemin devamlılığı için yaşamsal bir öneme sahip ve sisteme içkin olduğunu çözümlemek açısından anlamlı bir kavramsal araç sunuyor. (3)
David Harvey'in Rosa Luxemburg'un eksik tüketim ve aşırı birikim analizinden yola çıkarak, geliştirdiği kavramlaştırmaya göre, sermaye, birikimin farklı aşamalarında sürekli olarak "kendi dışında şeyler"e ihtiyaç duyar. Harvey, kapitalizmin her daim kendi dışında yer alan bir "öteki" yaratarak dengede kaldığını vurgular. Kapitalizm, bunu yaparken, ya mevcut kapitalist olmayan sosyal yapıları kullanır ya da bunlara benzer yapıları kendisi yaratır. Harvey, analizinin içeriği, Marx'ın "ilkel birikim" çözümlemesine benzese de, ilkel birikim zaten yaşanmış olduğundan "Yoksunlaştıran Birikim" kavramına başvurmaksızın bu kavramlaştırmanın bugünkü kapitalist birikim sürecini açıklamakta yeteriz kaldığını belirtiyor.
Özellikle, Meksika ve Hindistan'da kır nüfusunun, büyük ölçeklerde topraksızlaştırılması; su kaynaklarının ve önceden kamu mülkü olan birçok kaynağın özelleştirilmesi ve kapitalist ilişkiler içine taşınması Harvey'in işaret ettiği "Yoksunlaştıran Birikim" sürecinde sermaye birikiminin itici gücünü sağlamaktadır. Daha belirgin olarak, gelişmiş ülkelerde yaşanan finansal spekülasyonlarla tahvil ve bono gibi finansal yatırım biçimlerinden kazanılan paralar, enflasyon yoluyla mülklerin değersizleştirilmesi, banka kredisi kullanan büyük kitlenin ödemek zorunda kaldığı borçlar ve faizleri, ulus aşırı büyük şirketlerin manipülasyonları sonunda mülksüz kalanlar, emeklilik hakkını yitiren geniş kitleler, bu sürecin yıkıcılığı bakımından işaret edilebilecek örnekler. Elbette, bunlara, doğal kaynakların kirletilmesi ve yok edilmesini de eklemek gerekiyor.
Örneklerin de gösterdiği gibi, küresel kapitalist birikim yoksunlaştırıcı ve DB verilerinden de görüldüğü gibi açıkça yoksullaştırıcı bir süreç. Bu sürecin en belirgin özelliği; milyonlarca insanın yoksullaşmasının yanı sıra, her gün uzun saatler çalışmalarına rağmen yine de yoksulluk denilen kısır döngüden kurtulamamasıdır. DB gibi neo-liberal politikaların savunucuları, gelişmekte olan ülkelerdeki yoksulluğu, emek, toprak yada teknoloji gibi üretim girdilerinin verimsizliğiyle açıklaya gelmişlerdir. Ama bu basit ekonomik formül, sıra, gelişmiş ülkelerde yaşanan yoksulluğu açıklamaya geldiğinde iflas ediyor.
Çalışarak yoksullaşmak
Biri İngiltere, biri Amerika'da hemen hemen aynı dönemlerde yayınlanan iki araştırmanın sonuçları bu açıdan çok ilgi çekici. (4) Kimliklerini gizleyerek ülkelerinin değişik şehirlerinde saat başı asgari ücret ödenen işleri yaparak yaşamaya çalışan iki araştırmacı-gazeteci her gün "esnek" olarak nitelenen iki işte çalışsalar bile, en zaruri ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geliyorlar. Sonuçta, tek başlarına oldukları ve bakacakları başka kimse olmadığı halde belli bir süre sonra yaşamlarını idame ettirmeyi başaramıyorlar. Bu deneyim sırasındaki yoksulluklarını açıklayan şeyse, hem İngiltere, hem Amerika'da asıl norm haline gelen, "esnek çalışma" olarak kutsanan çalışma biçimi. İki ülkede de milyonlarca kişi bu tür işlerde çalışıyor. Hatta, İngiltere'nin son yıllardaki "ekonomik başarı"sının , arkasında emek piyasalarının sonsuz esnekliğinin yattığına işaret ediliyor.
Özetle, yoksulluk, tembellik yada verimsizlik sonucu ortaya çıkan bir hastalık değil, tersine, kapitalist üretim ve birikim sürecinin tam da kalbinde duran bir olgu. Nedenleri ve tedavisi nerede aranırsa aransın, yoksulluk sisteme içkin. Sistem ancak yoksulların varlığında var olabiliyor.
Küresel momentum
Bu, çalışarak yoksullaşma zincirini kırmanın yolu etkin örgütlenme biçimlerinden geçiyor: Örneğin, Afrika'da Shell Petrol'ün topraklarına verdiği zarara karşı Ogoni'lerin geliştirdiği hareket; DB'nin baraj projelerine karşı Hindistan'da ve Latin Amerika'da geliştirilen mücadeleler; genetik besinler ve üretim tekniklerine karşı yerel üreticilerin dünya üzerinde geliştirdiği mücadeleler; yerli yaşam alanı olan toprak ve ormanların korunmasına ilişkin direnişler; binlerce kişinin havaalanı, nükleer santral yapımına karşı duruşları; ve yine milyonlarca kişinin DB ve IMF tarafından geliştirilen yoksunlaştırıcı politikalara karşı koyuşları; Meksika'daki topraksız köylü hareketinin başarılı bir şekilde küreselleşme-karşıtı harekete eklemlenişi...
Elbette, bu hareketleri küresel süreçte birbirine bağlayacak bir momentum da bir o kadar önemli. Çünkü, dünya yoksullarını küresel kapitalizm karşısında ancak küresel bir hareket güçlü hale getirecektir. Son tahlilde, böyle bir sıçramadan çok da uzak değiliz..(SD/YS)
(1) World Bank (2000) World Bank Development Report 2000/2001: Attacking Poverty, Oxford University Press, New York.
(2) Bu politikaların daha detaylı değerlendirmeleri için Necdet Oral'ın www.bianet.org 'da yayınlanan yazılarına bakılabilir.
(3) David Harvey (2003) The New Imperialism, Oxford University Press, Oxford.
(4) Barbara Ehrenreich (2002) Nickel and Dimed: Undercover in Low-wage USA Granta Books, London.
Polly Toynbee (2003) Hard Work: Life in Low-pay Britain, Bloomsbury, London