Yazı dizisinde tanımlanan düşük gelirli hane grubunun; Türkiye'de hem yoksulluğun bize özgü koşullar içinde kavramlaştırılabilmesi hem de bir anlamda yoksulluğun tanınması için yakından incelenmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda yapmak istediğim ise; Radikal'deki araştırmadan yola çıkarak yoksulluğu ve hane halkı geçinme stratejilerini tartışmak istiyorum.
Yoksulluk tartışması...Neden?
Peki neden yoksulluğu tartışıyoruz? Krizden yoksul bir ülke olarak çıktığımız için mi? Yada bir önceki yıla göre ülke olarak daha da fakirleştiğimiz için mi? Ve Türkiye gündeminde yoksulluk ne anlama geliyor? Son yirmi yıldır, Türkiye'nin yaşadığı toplumsal değişim sürecinden bakarak düşündüğümüz de; yoksulluk nasıl çıkıyor karşımıza?
Neden yoksulluğu tartışıyoruz sorusuna cevap; yoksulluk bir kere moda bir kavram. İkincisi, yoksulluk son yıllarda global kapitalizm içinde ortaya çıkan sosyal risklerin en önemlilerinden bir olarak işaret ediliyor. İşte, bence bu iki nedenden ötürü yoksulluğu tartışıyoruz. Yoksulluk kavramından bir adim ileri attığımızda karşımıza, sosyal dışlanma, haklar ve kabul görme (recognition) gelecek; sanırım bu kavramlar başka başka yazıların konuları.
Yoksulluğun tanımları
Yoksulluk dendiğinde, hepimizin (beklide sadece benim) ilk aklımıza(ma) gelen Taksim meydanında mendil satan ayakkabısız çocuklar yada başka çarpıcı bir görüntü, pazar yerlerindeki atılmış sebze ve meyveleri toplayan kişiler geliyor. Aslında bence yoksulluğu anlamak için bu görüntülerden uzaklaşıp; daha büyük resmin bize ne söylediğine bakmak gerekiyor.
Yoksulluğu birçok yönüyle tanımlayan bir sürü yazı ve çalışma olduğu kesin ve bu çalışmaların en önemli vurgularından biri ise; yoksulluğun sadece parasal değerlerle ifade edilemeyecek olmasıdır. Yoksulluğun tanımlanması ve daha geniş bir anlamda yeniden ifade edilmesinde en önemli katkı, Amartya Sen'in beceriler (capabilities) yaklaşımından gelmektedir.
Amartya Sen'in yaklaşımı
Bu yaklaşıma göre; insanların sahip oldukları maddi ve manevi varlıklar (eğitim, beceriler, sosyal kapital vb.) ve toplumda var olan fırsatlarla ve insanların yaşam kalitelerinden duydukları tatmin yoksulluğu tanımlayan önemli basamaklardan bir kaçı. Böylece, hem varlıklar hem fırsatlar hem de insanların öznel değerlendirmeleri yoksulluğun temel belirleyicileridir.
Acıktır ki, Amartya Sen yoksulluk kavramını parasal ve bireysel gelir yada satın alma gücünden çıkarıp hem öznel hem de kültürel bir kavram haline getirmiştir. Peki, biz Türkiye'ye baktığımızda bu yoksulluk nasıl karşımıza çıkmaktadır? Yoksulluk elbette kentsel bir olgu olarak yaşanmaktadır yada literatürde ki örneklerde bu şekilde ifade bulmaktadır.
Ümraniye...
Doğrudan yoksullukla ilgili olmasa bile, yoksulluğun nasıl bir ortamda yaşandığını resmetmesi bağlamında S. Erder'in (1995) Ümraniye çalışması önemlidir. Kente konan bir çok semt gibi Ümraniye içinde yaşayan bireyleriyle birlikte zaman içinde merkeze bağlanmakta yani eklemlenmektedir. Şehir yolları, otobüsler ve düzenli minibüs servisleri eklemlenmenin önemli araçları olarak, gecekondu bölgelerinde yaşayanları şehrin genel sistemiyle bütünleştirir.
Bu bağlamda yoksulluk gecekondu ve kentleşme sisteminin yarattığı ortam içinde zamanla by-pass edilir. Eklemlenmenin yarattığı olumlu ortama rağmen, Erder gruplar arasındaki gerilime ve sosyal dönüşümün sonucunda yalıtılan gruplara dikkat çekmektedir. Sosyal dönüşümün dinamiklerini yakalayamayanlar yada sosyal tabakalaşmanın en altında duran gruplar vardır Erder'in çalışmasında.
Bunlar genellikle; köylerinden zorla çıkarılıp göç etmek zorunda kalan ailelerdir. İşte bu gruplar, kente gelenlerin en yoksullarıdır. Yoksulluk sadece parasal yada iş olanaklarına uzak olmalarında değil ama bu olanaklara ulaşmada önemli olan sosyal ilişkilere yatırım yapacak kaynakların ve zamanın olmamasından kaynaklanmaktadır.
"Nöbetleşe Yoksulluk"
Türkiye'de yaşanan yoksulluğu en özgün kavramlaştırması bence; Oğuz ve Pınarcıoğlu'nun "Nöbetleşe Yoksulluk" çalışmasıdır. Türkiye'de yoksulluk ilk defa ders kitabı yoksulluk tanımlarının dışına taşınıp, kendine özgü adını ve beklide kimliğini bulmuştur.
Burada ise; şehre yeni gelenler konut piyasası aracılığıyla bir önceki grubun yoksulluğunu devralmaktadır. Şimdi, bu sistemin kendi sınırlarına gelmesiyle nöbetleşmede devir teslim bir sona ulaşmıştır. Artık yoksullukta son nöbeti kimlerin tutuğunu anlamamız gerekiyor.
İşte, bu anlamda Radikal yazı dizisi bize önemli ip uçları vermektedir. Öncelikle, köyleri boşaltılınca kente gelenler hem kentlerde var olan kaynaklara ulaşmada önemli fonksiyonları olan ilişkiler ağına giremedikleri gibi, daha önceki göçmen grupların kırsal alandan sağladıkları kaynak transferinden de yoksun kalmaktadırlar.
Zorunlu göç ve yoksulluk
Bu grupla ilgili daha detaylı araştırma sonuçları olmadan spekülasyon yapmak zor fakat anlaşıldığı kadarıyla; kırsal kaynak transferinin minimuma inmiş olması zorunlu göçün bu aileleri yoksulluğun kucağına iten en önemli nedenlerden biridir.
Son gelen grupların omzuna yüklenen yoksulluk, orda kalacak gibi görünüyor ve artık yeni kurulan gecekondu mahalleleri kentin merkezine bağlanmaz oldu. Şehrin eteklerine kurulan bu küçük kaçak ve yasak yerler artık ya yok olacak yada yoksulluğun yeni yüzü olarak İstanbul'un makyajında yerini alacak. Uzun vadede, bunun kentleşme sorunsalı içinde ne anlama geldiğinin tüm boyutlarıyla araştırılması gerekmektedir.
Yoksulluğun öznelliği
Yoksulluğun bir çok yüzü olduğu doğru, bazen ayakkabısız bir çocuk bazen de kentin kaçak bir mahallesi olarak karşımıza çıkıyor. Ama detaylı bir bakış, yoksulluğun Türkiye'de yaşayan bizlerin hayatının her boyutunda, gelecek güvensizliği ve her daim risklere maruz olmamızda nasıl yattığını göstermektedir. Ya da yüzde 90'nın mutsuz olduğu bir toplumda; başka kavramlara tanımlara gerek var mı yoksulluğu anlatabilmek için.
Marmara depreminde bizlere mezar olan evlerimize duyduğumuz güvensizlik, ne kadar da yoksul olduğumuzu gösteriyor. Ama bence günlük hayatlarımızda yoksulluğu en iyi ifade eden kavram 'ertelemedir'. 60 yaşında kalp krizi geçirdiğinde, devlet hastanesinde tedavi olabilmek için hayatı ertelemektir yoksulluk. Çünkü yoksul için hayat, yaşlılık günlerindeki maddi riskleri güvence altına almak için yaşanmamak üzere kurulur.
Türkiye'de çalışan Azerbaycanlı bir kişi için haftalık 50 milyon yevmiyenin yoksulluk ve onun bin-bir yüzü bir yana ne kadar büyük bir zenginlik olduğu ortaya çıkıyor. O 50 milyon uğruna verilen rüşvetler, kaçak sınır geçmeler, belki de en önemlisi bir daha ülkesine dönememe riski yada her an sınır dışı edilme korkusu. Bütün bunlar ülkenin ne kadar cennet ve zengin bir yer olduğunu göstermeye çalışmak için değil ama yoksulluğun ne kadar öznel bir kavram olduğunu göstermek içindi.
Hane halkı ...
Radikal yazı dizisinde, yaşanan ekonomik krizin yada yoksullaşmanın ortaya çıkardırdığı en önemli değişimler; bir ailede yasayanların sayısının artması ve çalışan sayısı çoğaldığı halde gelirlerin düşmesi olarak gösteriliyor. Anlaşılan, hem daha çok çalışıp hem de yoksullaşan bir topluma dönüşüyoruz.
Küresel kapitalizmin insanlığa en son hediyesi bu olgu olsa gerek; dünya üzerinde milyonlarca insan hayatları boyunca çalışsalar bile yoksulluk kıskacından kurtulamıyorlar. Fakat burada dikkat çekilmesi gereken diğer bir konu ise; ailenin yoksulluk kavramlaştırılmasında çok temel bir kurum olmasıdır.
Yoksulluğun daha belirgin bir sosyal olgu olarak tartışılıyor olması, aile (hane halkı) kavramını konunun merkezine taşımaktadır. Türkiye'nin toplumsal yapısı göz önüne alındığında, yoksulluk bireysel gelirler ve tüketimden yola çıkarak değil, hane düzeyinde tanımlandığında ve algılanmaya çalışıldığında anlamlı olacaktır.
Yoksulluk kavramını bireysel tanımlama kıstasından kurtardığımız anda, daha önce hesaba katmadığımız hane halkı geçinme stratejileri ve kadınların ailenin yeniden üretime çok yönlü katkılarını da görünür kılma olanağı elde etmiş oluruz!. Yoksulluk, hane halkı geçinme stratejileri ve kadın emeği arasındaki ilişkileri incelemede ikinci yazının konusu olsun. (SD/EK)