Konu ağır ve kapsamlı. Konuya dair eyleyeceğim kelam, elbette ki İslam’ın kitabı, teolojisi, kültürü, tarihi gibi alanlarında bir otorite (ya da yetkinlik) tavrıyla değil, konuya dair genel düşüncelerimin ifadesi sınırları içerisinde kalmanın bilinciyle olacaktır.
Bugün İslam toplumlarına baktığımızda;
Hemen hepsi fakir.
Birbirlerini boğazlıyorlar.
Şiddet ve kana batmışlar.
Mutsuzlar.
Kendi içlerinde kanlı mezhep çatışmaları yaşıyorlar.
Kendi dışındaki dünya ile sürekli sorunları var.
İslam dünyasındaki her inanç grubu, kendini merkez kabul ediyor, diğerlerini yok sayıyor.
İslami hemen her inanç grubu, kendine biati esas alıyor.
Moderniteyle, özgürlüklerle, felsefeyle, sanatla sorunları var.
Ve İslam dünyasının kadınla sorunu var.
Bırakalım İslam’ın tarihteki seyrüseferini, son kırk yıldır dünyada şiddetin en korkunç yöntemleri, intihar bombacılığı, terör hareketleri en çok İslam adına hareket edenlerce yapılıyor. Daha kötüsü, İslam toplumlarında bunların İslam olmadığı söylense de, bu hareketlere karşı fiili olarak kesin ve açık bir tavır alınmıyor! Hiçbir İslam ülkesinde, terörist ve katliamcı dünyalarını tekbir sesleriyle örtmeye çalışan bu örgütlerin (Örneğin El Kaide, IŞİD, Nusra, Boko Haram vb.) telin edildiği görülmedi!
İslam dini çevreleri kapitalizmle çok iyi uyuşurken, kapitalizmin bir ürünü olan moderniteye karşı alabildiğine bir saldırı sürdürüyorlar. Bu durumun en iyi özeti, kısmen Tanzimat ve erken dönem Cumhuriyet romanında da konu edildiği şekliyle “Batı’nın fennini alalım ama kültürünü almayalım” sözüdür! Ancak böyle bir ayrımın hayatta karşılığı olmadığı için İslam âlimleri, modernite karşısında bir seçenek de sunamıyor. Sunması da mümkün değil!
Aslında sunması da gerekmiyor, çünkü moderniteyle İslam iki ayrı platforma aitler, yani aynı düzlemde değiller!
Yukarıda kısaca ifade ettiğim tüm bu sorunlar yumağının ilmeği nerede başlıyor? Bütün bu sorunların temelinde ne var? Neden İslam dünyası kendini yenileyemiyor?
Soru aynı tarzda sorulmamış olsa bile, İslam dünyasının sorunlarına dair binlerce kitap yazıldı. Yakın tarihte Muhammed İkbal, Ali Şeriati, Seyyid Kutub gibi İslam âlimlerinin görüşleri bir miktar etkinlik ve yaygınlık kazandı. Ancak son tahlilde İslam dünyasında ne entelektüel bir gelişmişlik, ne sorunların bir ölçüde de olsa çözümü, ne de uygarlığa yapılan bir katkı görüyoruz. Bunlar olmadığı gibi, şiddet sarmalına girmiş Müslüman toplumlar hızlı bir çöküş yaşıyorlar. Çöküş, doğası gereği kokuşmaya doğru yol alıyor.
Neden?
Benim bu soruya cevabım, İslam’ın devlet olma iddiasıdır! Bir başka deyişle İslam’ın toplumu yönetme amacıdır.
Elbette İslam dininin, diğer dinlerde olduğu gibi insana ve toplumsal ilişkilere dair sosyal, hukuki, kültürel, ahlaki görüşleri ve kuralları ve bu bağlamda da dini ritüelleri var. Ancak bütün bunlardan hareketle bir toplumu yönetme sonucunu çıkarmak, her şeyden önce o dinin taşıyıcıları arasında kavganın nedeni olur. İslam’ın yüzlerce değişik yorumu ve bunlar arasındaki çatışmanın temel nedeni (Tek nedeni değil.),yönetme ve dayatma amacından ileri geliyor. Tarihte ve günümüzde bunun yüzlerce örneği var. Örneğin İhvan’ın İslam anlayışı ile birbirlerinin camilerini bombalayanların, IŞİD’in, Nusra’nın, Taliban’ınki bir mi? Ya da okuyucu kendinden pay biçsin, sizin İslam anlayışınız ile bunların İslam anlayışı bir mi?
Denilebilir ki, onların ki gerçek İslam değil!
Peki, gerçek İslam nedir?
Bu başlı başına ayrı bir konu olmakla birlikte şu kadarını söyleyeyim ki, inançlar, doğası gereği yoruma en açık alandır. Böyle olduğu için, yalnız İslam’da değil hemen bütün dinlerin kendi içinde ayrılıklar, mezhepler, tarikatlar bulunur.
Denilebilir ki, yukarıda örnek olarak gösterilen örgütler zaten siyaset yapıyorlar! İşte ben de bunu anlatmak istiyorum.
Eğer bir dini inanç sisteminin devlet kurma, iktidar olma, yönetme iddiası varsa, o din siyasallaşmak zorundadır!
Sınıflı toplumlar olduğu sürece devlet kurma, iktidar olma iddiasını taşıyan her siyasal hareketin bir ideolojisi olur. İdeoloji, bir toplum mühendisliği projesidir. İdeoloji, toptancı bir doğruluk anlayışıyla, çoğulcu değil, tekil bir daraltıcılığa sahiptir. Müslümanlar, siyasallaştırdıkları İslam dinine ideolojik bir kimlik giydirdiler. İslam dini çoğu yerde, görünümü din, içeriği ideoloji olan bir yapıya dönüştürüldü. İslam ve demokrasi meselesindeki sıkıntı, İslam’ın bir ideolojiye dönüştürülmesinden kaynaklanıyor.
İslam siyasallaştırıldıkça, felsefe alanını terk etti. Tasavvufi boyutunu yitirdi. Siyasallık sığlık getirdi ve İslam dini, sırf zahiri anlayışa indirgenerek namazla, oruçla, camiyle sınırlandırıldı. Din siyasallaştıkça araçsallaştı ve dini alanı, sirk cambazları işgal etti! Böylece din, yalnız ilahiliğini değil, ahlakını da yitirdi!
Buraya kadar İslam’ın siyasetin içine girdiği ve o alanının asli bir aktörü haline geldiğini ileri sürdük.
Ancak siyaset ve din ilişkisi bu anlattığımız gibi mi oluyor?
Yazının bu kısmından sonra soruna daha yakından baktığımızda, durumun tepeüstü göründüğünü, gerçekte ise, dinin siyasete değil, siyasetin din alanına girdiğini izaha çalışacağım.
Tepeüstü görünen din ve siyaset ilişkisi
Yazının buraya kadar olan kısmında İslam dininin iktidar olması iddiası (hedefi) nedeniyle siyaset sahasına girdiğini ifade ettik. Yani siyasal İslam’ı, dini siyasetin içine sokarak toplumu yönetmeye soyunan bir olgu olarak yorumladık.
Evet, İslam dini inancında böyle bir gerçeklik var. İslam dininin doğduğu coğrafyadaki toplum yapısı ve dönemin koşulları, Muhammed Peygamberin yeni bir toplum inşasını gerekli kılıyordu ki, işte bu durum, İslam’ın devlet kuran bir din olduğu algısını doğurmuştur.
Daha uzun bir tarihi dönemi kapsasa da, benzer bir durum Yahudilik için de geçerlidir diyebiliriz. Her ne kadar Yahudilikte (Musevilik) de uzun erimli bir devlet kurma süreci yaşanmış ve toplumun yönetiminde kral ve peygamber olmak üzere iki otorite (Hem krallığın hem de peygamberliğin tek kişide toplandığı Musa, Davud, Süleyman gibi kralpeygamberler dönemleri de vardır. Devletin başı ve dinin birinci dereceden yetkilisi sıfatıyla halifelik, İsrailoğullarındaki kralpeygamber birlikteliğine benzer.) olmuşsa da, Eski Ahit’ten de anlaşılacağı üzere, İsrailoğlullarının tarihinde siyaset, dinin üzerinde bir role sahiptir.
İsrailoğullarının tarihinde olduğu gibi, İslam toplumlarının tarihinin hiçbir döneminde de din, iktidar olmamış ve toplum yönetmemiştir! Çünkü dinler, devlet/iktidar otoritesi için müthiş birer araç/dayanak olmakla birlikte, bir siyasi rejim projesi veya toplum sistemi hareketi olmadıkları için (olmaları da doğası gereği mümkün değil) bizatihi iktidar edemezler.
İslam toplumlarındaki halifelik dönemleri de dâhil bütün iktidarların yapısındaki asıl ve belirleyici güç, dünyevi olandır! Dini sıfatlı halife bile son kertede dünyevi iktidarın bir yöneticisidir. Halifeler, şahlar, padişahlar, hanlar, krallar, sultanlar; hepsi birer siyasetçidir. İktidar olmak, iktidarlarını devam ettirmek için dini ya da dünyevi, hangi yöntem çıkarına uyuyorsa onu kullanmıştır. Her şey siyaset içindir!
Örneğin Osmanlı’da Şeyhülislamlık makamı vardır. Şeyhülislam fetva vermediği sürece kelle kesilemez vs. Hâlbuki görünenin arkasındaki gerçek, Şeyhülislam’ın siyasete göre karar verdiğidir! Padişah falan kişinin kellesi vurula dediğinde ona fetva vermeyecek, siyasetini onaylamayacak Şeyhülislam yoktur! Ya da örneğin Kabakçı veya Patrona Halil gibi isyanlarda tahttan indirilen padişahın yerine, tahta çıkarılmış padişaha kılıç kuşandırmayacak Şeyhülislam yoktur! Yiğitse kuşandırmasın bakalım, kafası gövdesinin üzerinde duracak mı?
Cumhuriyetle birlikte ilga edilen Şeyhülislamlık, Diyanet kurumu olarak inşa edildi. Diyanet’in parasını kim veriyor? Devlet! İktidara göbekten bağlı olan Diyanet, iktidarların politikalarının halkla ilişkiler kısmındaki dini lafızların/bağlamların onay makamıdır, olmak zorundadır, çünkü devletten besleniyor! Sonra da Cumhuriyet’in laik olduğundan söz ediliyor!
Ha keza bir dönem Mısır’daki halife, kısmi bir özerklik altında 250 yıl boyunca Memluk sultanlarının (Kölemenler) bir tür onay makamı oldu! Halifelik, 1516 yılında Sultan (Yavuz) Selim tarafından silah zoruyla gasp edilerek kendileri için bir sıfat haline getirildi! Tabi İslam dünyasının geri kalan kısmı da Osmanlı padişahlarının halife sıfatına hep mesafeli oldular. Bu reddiyenin ve gaspın farkında olan padişahlar ise, halife sıfatını olabildiğince kullanmaktan kaçındılar!
İslam dininin devletler kurduğu, iktidar olduğu gibi tarihsel bilgiler ve bugün İslam dininin siyasallaşarak kimi ülkelerde iktidar olduğu, kimi ülkelerde iktidara yürüdüğü şeklindeki görüşler, gerçeğin tersyüz edilmiş halidir.
Gerçekte ise durum şudur: İslam dini, siyasetin sahasına girmemiştir! Tersine, siyaset İslam dininin içine girmiştir! Bu durum, İslam dininin toplumdaki öncü ve yorumcularının da işine gelmiştir. Dini çevrelere iktidar kanalıyla beslenmenin, egemenlik kurmanın, dini otoritelerinin devam etmesinin kapısı açılmıştır. Bilgi, ahlak, inanç gücüyle değil de iktidar gücüyle dine dair bir yaşam vaaz etmek çok daha kolaydır!
Siyasallaşmış din hareketi, meşruiyetini Allah inancına ve onun kitabının savunusuna dayandırarak yapar ki, bu durum daha baştan diğer siyasal yapılar karşısında kendiliğinden bir üstünlük oluşturur. Siyasal İslam, Müslüman toplumun dini inancı sathında kabul görme ve yaygınlaşma gücünü dini referanslara dayandırarak sağlar. Siyasal İslamcı hareketlere temel sağlayan bu çıkış noktası, her ülkede o ülkenin kültürel, tarihsel özelliklerine göre farklılıklar gösterir. Sonuçta din, siyaset tüccarlarının iktidar uğruna yararlandıkları ve onu kullandıkları bir araç haline getirilir.
O halde mütedeyyin dindarlara büyük görevler düşüyor. Müslümanlar, siyasetçilere elinizi üstümüzden çekin diye tavır koymalılar! Çünkü siyasallaşan her inanç, dünyevi çıkarların kılıfları olarak kullanılır. Bugün İslam’ı dünyevi çıkarların bir aracı olarak kullanan siyasete karşı çıkmak, Müslümanların İslam’a karşı sorumluluğudur diye düşünüyorum.
Dinin siyaseti kullandığı ve dinin iktidar kurduğu şeklindeki ters görüntüyü, siyasetin iktidar için dini kullandığı şekline döndürdüğümüzde, doğru görüntüyü elde etmiş oluruz. Böylece tepeüstü duran siyaset/din ilişkisi ayakları üzerine oturur.
İslam’ın devlet/iktidar olma iddiası, siyaset dünyasının İslam’a soktukları bir kamadır!
Dinin siyaseti yönlendirdiği hali, gerçeğin bir yanılsamasıdır.
İslam dünyası ne zaman ki ilahi olanla dünyevi olan ilişkisini doğru bir zemin üzerine inşa eder, işte o zaman temel sorununu aşar!
Din bir iktidar sorunu olarak değil, insan hakları ve özgürlükler alanının bir parçası olarak ele alınmadığı sürece, siyaset tarafından araçsallaştırılmaya mahkûmdur!
Ve bu durumda tekbirler Allah adına değil, dünyevi iktidarlar için getirilir! (HŞ/HK)