Barışı inşa etmenin zorluğu ve zorunluluğu

Bir barıştan söz ediliyorsa, taraflar arasında bir uzaklık olduğu açıktır. Barış, bu uzaklığın nedenlerinin ortadan kaldırılması ve uzaklığı artıran temel bir faktör olan çatışmacı zihniyetin barışçıl bir zihniyete dönüşmesiyle mümkündür. Dolayısıyla barış, karşılıklı adımlar yoluyla yaklaşılacak bir uzaklığın ortadan kaldırılmasını içerir.
Siyasal mücadelenin toplumsal olgulara dayandığı ve nesnel bir gerçeklik üzerinden tanımlandığı yerlerde, taraflar arasında barışa bugünden yarına ulaşılamaz. Tarihsel örnekler de göstermektedir ki, barış süreçleri büyük zorluklarla yürütülür. Ancak tarih aynı zamanda, her türlü zorluğa rağmen barışın bir zorunluluk olduğunu ve eninde sonunda ona ulaşıldığını da kanıtlamaktadır. Ne yazık ki, bu çatışmalı süreçlerin en büyük maliyeti, başta insan unsuru olmak üzere, oldukça ağırdır.
Ülkemizde tarihsel bir arka plana sahip olan ve uzun gerek açık, gerekse örtük biçimde gündemi belirleyen Kürt sorunu -ki bunu Türk sorunu olarak da nitelemek mümkündür- artık değişen dünya koşullarıyla birlikte çözümünü dayatan bir aşamaya ulaşmıştır.
Yakın geçmişte zaman zaman soruna neşter vurma teşebbüsleri oldu. Ve hepsi de akamete uğradı, uğratıldı.
Şimdi, adına ne denirse densin, yeni bir çözüm süreci ya da barış süreci başlatıldı. Fakat bu girişimler, toplumda eskisi gibi bir heyecan dalgası yaratmadı. Çünkü mevcut durumun siyasi tablosu çok boğucu. Dilerim ilerleyen süreçte atılacak somut adımlarla toplumun umudu artırılır ve heyecan yeniden yükseltilir.
Böylesi stratejik konuların her daim bir görünen bir de görünmeyen boyutu olur. Bu nedenle ortada bir yığın soruların sorulması, spekülasyon yapılması, komplocu görüşlerin dile getirilmesi normaldir. Barış süreci konusunda şimdilik gerçeğe ulaşmak mümkün değildir, ama gerçeğin bazı noktaları tespit edilebilir.
Bununla birlikte, bir birey olarak sürece dair sorularımız, görüşlerimiz, eleştirilerimiz ve kaygılarımız olacaktır. Ancak bütün bunların yapıcı olabilmesi için sürecin derinliği ve zorluğu dikkate alınarak yapılması gerekir. Bu nedenle daha baştan ‘ihanet’, ‘teslimiyet’, ‘devletin hizmetindeler’ gibi afaki nitelemelerin hoş olmayışı bir tarafa, konuya dair hiçbir fonksiyonel özelliği de yoktur.
Öcalan’ın mektubu üzerine
Devlet Bahçeli’nin bu yeni sürecin başlangıcına koyduğu ilk tuğlanın devamı, Öcalan’ın tavrı ile gelişti. Bahçeli’den gelen çağrının önemi, bu çağrının sadece MHP’nin bir açılımından ibaret olmaması, aksine devletin ilgili yapılarınca Bahçeli’nin dili üzerinden bir açılım yapılmasının işareti olmasıdır. Bu durumun çok önemli bir diğer boyutunu da ABD ve Suriye’deki PYD gerçekliği oluşturmaktadır. Bir diğer deyişle, bu mesele yalnızca bir iç sorundan ibaret değildir.
Abdullah Öcalan’ın mektup yoluyla yaptığı açıklama çok nettir. Elbette bu netlik birçok alt metni de içermektedir.
Öcalan’ın mektubu baştan sona çok önemli tespit ve önerilerle doludur. Mektubunun girişinde PKK’nin varlık koşullarını ifade eden Öcalan, “Teori, program, strateji ve taktik olarak yüzyılın reel-sosyalist sistem gerçeğinin ağır etkisinde kalmıştır. 1990’larda reel-sosyalizmin iç nedenlerle çöküşü ve ülkede kimlik inkarının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler, PKK’nin anlam yoksunluğuna ve aşırı tekrara yol açmıştır. Dolayısıyla ömrünü benzerleri gibi tamamlamış ve feshini gerekli kılmıştır,” diye devam etmektedir. Öcalan, her ne kadar benzer tespitleri daha önce de dile getirmiş olsa da, bir kez daha bu gerçekliğin altını çizerek bir yol haritası belirlemiştir.
Öcalan yol haritasında, “Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır,” diyerek bu tür taleplerin çözümden çok, tıkanmaya neden olduğunu işaret etmiştir. Bu tespit, genel olarak solun ve özel olarak da Kürt siyasal mücadelesinin çözüm argümanlarını ters yüz etmektedir. Önsel olarak bu söylemin reddi yerine, uluslararası ilişkilerin geldiği aşama ve coğrafya temelli bir bakışla durulmalıdır.
Çözüme dair de somut olarak, “Kimliklere saygı, kendilerini özgürce ifade edip, demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür,” diyerek yol haritasındaki esas aşamayı ifade etmiştir.
Mektubun okunmasının ardından Sırrı Süreyya Önder, Öcalan’ın sözlü olarak, bu yol haritasının ilerleyebilmesi için demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektiğine dair notunu iletti. Bu talep, mektubun en önemli alt metinlerinden biridir.
Şimdi ise iktidarın hangi adımları atacağı noktasına geldik.
Toplumdaki tereddüt halleri
Barış sürecinden şüphe duyulmasına, politik tereddütler yaratmasına ve toplumda yeterince heyecan yaratmamasına neden olan temel husus, Erdoğan iktidarına olan güvensizlikten kaynaklanıyor. Geçmiş tecrübeler haklı olarak kaygılara neden oluyor. Öyle ya, dün idam ipini sallayan Bahçeli’nin bugün Öcalan’ı muhatap kabul etmesi dikkat çekici bir çelişkidir. Böyle olmakla birlikte, yine de bu durumun Heraklitos’un “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” diyalektiğinden farklı okunması gerekiyor. Çünkü siyasal hayatta parametreler değişiyor.
Suriye’de oluşan yeni belirsizlik ve kaotik ortam karşısında ABD’nin Rojova’daki PYD ittifakını korumak (Sırtında yumurta küfesi olmayanların “PYD, emperyalizme teslim olmuştur” söyleminin kıymeti harbiyesi yoktur) ve Türkiye’nin (Kürt sorunundaki takıntılı halinin PYD’ye de uzanması) Rojova’ya müdahale ihtimalini ortadan kaldırmak için taraflara böyle bir sürecin başlatılmasını önermiş olabilir mi?
Eğer böyleyse, Erdoğan da bu verili durumdan kendi hanesine çıkarımlar yaparak, bu barış sürecini, yeni bir Anayasa değişikliğini sağlamak ve yeniden cumhurbaşkanı olmak amacıyla sınırlayan politik varyasyonlara girebilir. Acaba bu barış sürecindeki asıl amaç, DEM Parti’nin desteğini sağlamak mıdır? Buradaki al-ver ilişkisi, bu amacın dahilinde olması, yine başa dönmemiz anlamına gelmez mi?
Bir başka tereddüt noktasını da belediyelere kayyum atamaya devam edildiği, içeride binlerce siyasal tutuklu ve hükümlünün olduğu, otokratik iktidar inşasının hız kesmeden devam ettiği bir ortamda Erdoğan’dan demokratik açılımlar beklemenin mümkün olup olmadığı hususu oluşturmaktadır.
Barışı savunmak
Sorunun bir tarafında Erdoğan iktidarı (ve devletin 100 yıllık kemikleşmiş politikası) var. Öcalan, DEM Parti ve Kürt siyasi hareketi bu sorunun çözümü için kiminle muhatap olmalıdır? Elbette sorunun çözüm merkezi olan iktidarla olacak. Muhatap olunan yer, muhatabın politik niteliğiyle değil, muhatabın konumuyla ilgilidir. Savaşların ve çatışmaların tarihi bunun örnekleriyle doludur.
Sürece dair kaygılar, sorular, belirsizlikler ve beklentiler ne olursa olsun, esas olan barışı talep etmek, onu savunmak ve bu yolda engel olmak yerine destekleyicisi olmaktır; bu da demokratik bir tutumdur.
Barışın tesisi, demokratikleşmenin de önünü açar. Barışın getireceği kazanımlar yalnızca Kürtlerle sınırlı değildir; Türkler de ezilen ve ötelenen kimlikler de bu süreçten kazançlı çıkacaktır. Toplum olarak önümüzü tıkayan bu tarihsel sorunun çözümü, hepimizi özgürleştirir. Çünkü Kürt sorunu, yalnızca Kürt sorunu değildir.
Toplum olarak bu sürece vereceğimiz destek, iktidarın nasıl davranması gerektiğini de doğrudan etkileyecektir. İktidarı demokratik adımlar atmaya zorlamak, aralanan barış kapısını sonuna kadar açma yönünde tavır koymaktan geçmektedir.
Dilerim bu deli gömleğini yırtıp atarız. Dilerim çocuklarımızın özgür geleceği için mesafe kat ederiz.
Olmadı mı, olsun yeniden deneriz!
(HŞ/VC)