Ülkemizde ekonomiden siyasete, eğitimden hukuka, hak ve özgürlüklerden adalete varıncaya kadar çok büyük yapısal sorunlar yaşanıyor. Birey ve toplum bunalımlara, öfkelere, umutsuzluklara, korkulara gark oldu.
AKP iktidarı kendisi için bir kale inşa etti ve kendisine yönelik en haklı muhalif görüşlere, taleplere bile tahammülü yok. İktidar, muhalefetle ilişkisini bir savaş algısıyla kurduğu için, her türü eleştiriyi surlarında açılacak bir gedik olarak görüyor. Devletin güç araçlarının keyfi kullanımıyla surlarını tahkimatlandıran AKP, bir parti devleti oluşturdu. Az buçuk bulunan demokratik yapıları çoktan tarumar eden iktidar, onulmaz bir güç zehirlenmesi yaşıyor.
Bunun adı demokrasinin ilgasıdır.
MHP destekli AKP’nin otokratik iktidarının inşasında yalnız iç dinamiklerin değil, son 30 yılda dijital alandaki devasa gelişmelerin ve dünya konjonktürünün uygun koşullar oluşturmasının da büyük bir payı vardır.
Demokrasinin adı var
Uzun bir tarihi döneme sahip demokrasinin bu süreç boyunca aldığı şekilleri (yıkımları, kapasiteleri, yeni özellikler kazanmaları vb.) bir yana bırakacak olursak, demokrasinin en kısa tanımı ve özü, devlet gücünün sınırlanmasıdır.
Siyasal tarihin en çok kullanılan kavramı olan demokrasinin, özellikle iktidarlar tarafından son 40 yılda içeriği boşaltılarak yalnızca adı kullanılır oldu.
Halbuki İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra faşizmin korkunç yıkımlarına geçit vermemek için “bir daha asla” denilerek, devlet ve toplum ilişkisinin tanziminde demokrasi güçlü şekilde merkeze oturtuldu. Avrupa bunun üzerine yeniden inşa edildi.
Güçler ayrılığının, parlamenter sistem ve çok partili yaşamın, çoğulculuğun, basın özgürlüğünün, insan hak ve özgürlüklerinin, uluslar üstü iktisadi, idari ve hukuk kurumlarının varlığı, devlet gücünün hukuki ve meşruiyet sınırları içerisinde tutulmasını sağlar.
Başta Avrupa olmak üzere kısmen dünyada demokratik sistemler inşa edildiler. Fakat takribi olarak bu 45 yıllık süreç, 1990’larda erozyona uğradı. Demokrasiler geriletildikçe, otoriteryenlik arttı. Buna paralel olarak sosyal devlet budandı.
Toplumsal olayları mekanik benzetmelerle açıklamanın yetersizliği ve didaktikliği pahasına, demokrasi ve karşıtı rejimlerin ters orantı veya tahterevalli gibi işlediğini söyleyebiliriz. Son 40 yıldır bu siyasal aksın diktacı ucu, demokrasiyi büyük ölçüde toplumsal mücadeleler alanında baskıladı.
Devlet gücünün sınırlandırılması, devletin güçsüz kılınması anlamına gelmez. Devletin gücünün nerede nasıl kullanıldığıyla ilgili temel bir belirlemenin (zorbalıkla mı, demokrasiyle mi?) yapılmasıdır. Burada esas olan, bireyin devlet karşısında hak ve özgürlüklerinin korunması imkânın varlığı veya yokluğudur.
Dönüm noktası
Dünya siyasal tarihi açısından 1990’lar bir dönüm noktasıdır. Dönüm noktasını sağlayan temel veri, dijital dünyadaki olağanüstü sayılabilecek teknolojik gelişmeler ve buna paralel olarak sermayenin ulaştığı güçtür. Bu yapısal gelişmelere emek dünyasının bir seçeneği pozisyonunda olan Sosyalist Blokun çöküşünün getirdiği boşluğun da egemen güçlere büyük alan açtığını ilave edebiliriz.
Elbette burada sistemin bozukluğunun nedeni olarak bilim ve teknolojideki gelişmeleri görmek, tıpkı erken kapitalizm döneminde işsizliğin suçunu makinalarda görmek gibi büyük bir yanılgıdır.
Bilgisayar ve internet dünyasındaki bu devasa gelişmelerin, yönetenlere ve bireylere yönelik yansımaları farklı sonuç doğurmakta.
Teknoloji dünyasındaki gelişmelerden en büyük ve en etkili faydayı sağlayan, devletler ve sermaye kesimi oldu. Devletin örgütlü yapısı ve sermayenin yaptırım gücü karşısında bireylerin dijital ortamı kendi yararları için kullanmaları, devede kulak bile değildir. Her şeyden önce dijital ortamdaki her türlü dolaşımın anahtarı ve kontrolü devletin elindedir.
Devlet bireylerin yaşamının hemen tamamını denetleyebilir hale geldi. Muhalif kesimleri izleme, onlar hakkında teknolojik imkanlarla (kurgusal da olsa) suç dosyaları oluşturma gücüne kavuştu. Böyle bir ortamda devletin keyfiliği karşısında bireyin korunabileceği, haklarını savunabileceği ne ölçüde mümkün?
Basın yayının ve iletişim araçlarının kontrolünü elinde bulunduran devlet, her türlü propaganda tekniklerini kullanarak toplumu maniple etme imkanını olağanüstü genişletti.
Üniversiteler üniversite olmaktan çıkarıldı. Eğitim kurumları sığlaştırıldı. Cehalet toplumun bir normu haline getirildi.
Devlet özellikle silahlı ve yargı bürokrasisini yeniden şekillendirdi. Polis gücü askeri bir anlayışla örgütlendi, eğitildi. Polise iktidara yönelik muhalif gösterileri, yasal sınırları dışına çıkarak, acımasızca ve orantısız güç kullanarak bastırma ortamı sağlandı.
Sermaye kesimi bu teknolojiyi üretim ve dolaşım süreçlerinde kullanarak hem devasa mali güce hem de toplum karşısında daha etken konuma ulaştı. Kamunun nakdi (krediler, kiralar, vergi avantajları vb.) ve ayni (doğanın talan edilmesi, kirletilmesi pahasına) kaynaklarının özel sermayeye transferinin önü alabildiğine açıldı.
Bilişim teknolojilerindeki devasa gelişmeler üretim süreçlerini kökten değiştirdi. Artık üretim bantlarında işler büyük ölçüde bilgisayarlar aracılığıyla yürütülüyor. İşçi sınıfı gerek üretim süreçlerindeki değişimler gerekse toplumdaki zihinsel deformasyonlara paralele olarak büyük bir güç yitimine uğradı. Bu durum ise sermayeye karşı bırakalım sınıf mücadelesini, sendikal mücadeleyi bile etkisiz kılan nedenlerin başında gelmektedir.
Bilim ve teknoloji alanındaki olağanüstü gelişmeler devlete ve egemen sınıflara bunca avantaj sunarken, bireyin dünyasını olumlu ve olumsuz anlamda ne ölçüde etkilediği apayrı bir incelemeyi gerektiriyor. Aslında bireyin dünyasını olumsuz etkilemesi durumu bile, iktidar için yönetme avantajı oluşturuyor demektir.
Eskiyi de içinde taşımakla birlikte yepyeni bir dünyayla karşı karşıyayız.
Devletin gücü sınırlanabilir mi?
Bütün bu olanlar karşısında devletin gücü sınırlanabilir mi, nasıl sınırlanır sorusu, günümüz dünyasının temel sorusudur. Bu sorunun çözümü, mevcut politik verilere ve perspektiflere göre yine demokrasiden geçer. Burada kerteriz noktasını devletin gücünün sınırlandırılması oluşturduğu için, bu gücü sınırlandırmaya yönelik olmayan hiçbir siyasi görüş veya girişim için demokratiktir denilemez.
Belki de demokrasi kavramı yanılsamalı hale geldi. Artık Avrupa’nın büyük bir tarihsel arka birikime sahip köklü demokrasileri bile, büyük bir güç kaybına uğrayarak silikleşti.
Elbette bir çıkış yolu vardır. Toplumlar dinamiktir, devingendir; inişler, çıkışlar, geriye bükülmeler, ileriye sıçramalar sürecini içinde taşıyarak yeni yollar açarlar.
(HŞ/HA)