Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki 3.5 milyonluk Cape Town kenti suyu bütünüyle tükenen kentlerden ilki oldu. Kentte giderek yükselen şiddet ve göç dalgası ise böyle bir durumda ne gibi toplumsal sorunlar yaşanacağını gösteriyor.
Geçen hafta İstanbul’un iklim değişikliği nedeniyle önümüzdeki yıllarda suyu bütünüyle tükenecek 11 kentten biri olduğu açıklandı. İklim değişikliği olmasa bile, ülkemizin içinde olduğu politik kuraklık sularla ilgili sorunları büyüten, kıtlığı kaçınılmaz kılan bir sonuca yol açardı yine. Gıda güvencesi ve güvenliği ile ilgili sorunlar en çok da bir ülkenin içinde olduğu politik atmosfer ile ilgili çünkü. Şili’deki ya da Arjantin’deki gıda krizleri, yer altı sularının kirlenmesi gibi sorunların nedenleri bu ülkelerdeki diktatörlük dönemlerinin uygulamalarında yatıyor örneğin.
Aramızdan koparılmadan çok kısa bir süre önce yaptığı bir çeviride ihtiyaçları baz alan, dayanışmacı, demokratik ve doğayı tahrip etmeyen bir toplumun mümkün olduğunu dile getiren Nuh Köklü yaşıyor olsa İstanbul’da yaşayan bir gazeteci olarak gelecekte yaşanacak su sorunu hakkında ne derdi acaba?
Arjantin, Bolivya, Şili, Venezüella, Uruguay gibi bize çok uzak ülkelerdeki insanların hayata tutunma ve var olma mücadelelerini anlattığı yazıları ile tanımıştım Nuh Köklü’yü. Üç yıl önce arkadaşlarıyla kartopu oynarken, atılan kartopunun dükkânının camına gelmesine sinirlenen bir esnaf tarafından öldürüldü.
Kötülüğün yalana bulanmış, şedit bir dille her türlü yayın organından üzerimize boca edildiği zamanların en acı kayıplarından biri Nuh Köklü oldu. Aklımda en çok gözaltında kaybedilen yakınlarını arayan insanları anlattığı “Latin Amerika’nın Kaybedilen Haylaz Çocukları”ve ”Kayıp Anneleriydiler; Kaybedildiler” yazısı ile yer etmişti. Bu yazıları okuduktan yıllar sonra izlediğim Işığa Nostalji (Nostalgia for the Light) belgeselinde anlatılanlar dönüp tekrar yazdığı yazıları okuma isteği uyandırmıştı. Gözaltında kayıplar ve adalet arayışı üzerine ne çok yazısı olduğunu fark ettim. Başka insanların acılarını dert edinen yazılar yazdı ve bir gazeteci için çok soylu bir tavır bu. Keşke hayattayken bunu ona da söyleyebilseydim. Uzay, astronomi, hayat, totaliter rejimler üzerine uzun uzun sohbet edebilsek, Işığa Nostalji belgeseli üzerine konuşabilseydik keşke. Hiç karşılaşmadık; bir okuru olabildim sadece.
Hayatı ışıtan insanlara özlem
Deniz seviyesinden 5 bin metre yükseklikte ve dünyanın en kurak çölü olan Şili’deki Atacama çölü astronomik gözlem yapmak için dünyadaki en elverişli yerlerden biri. Burada 1964 yılında kurulan teleskop Şili’de büyük bir heyecan yaratmıştı.
Işığa Nostalji isimli belgeselde bu teleskopun kuruluş hikâyesi yer alır. Atacama çölüne kurulan teleskopun ışıklı gökyüzüne açılan küçücük penceresinden uçsuz bucaksız bir evrende “hayatı mümkün kılan ne” sorusuna bir yanıt aranır. Ama belgeselde sadece bu hikâye yer almaz. 1973 yılında general Pinochet’in düzenlediği faşist darbeyle yıkılan sosyalist Allende iktidarı, toplama kamplarında öldürülen, gözaltında kaybedilen insanlar ve aradan geçen onca yıldan sonra, uçsuz bucaksız çölde kaybedilen çocuklarına ait bir iz aramaktan vazgeçmeyen anne ve babaların hikâyeleri de yer alır filmde.
Uzayda her nereye bakarsak bakalım, elde ettiğimiz bilgi geçmiş zamana dairdir. Geçmiş zamanın bilgisi bize ışıkla gelir. Teleskoplarla uzaya bakarak yanıt aranan “geçmişte ne oldu” sorusu ile insan bedenini mumyalaştıran, zamanın içinde donduran tuzlu çöl topraklarında bir zamanlar hayatta olan yakınlarına ait bir iz arayan insanların sorduğu “O’na ne oldu” sorusu film boyunca yan yana gelir.
Pinochet diktatörlüğünün gözaltında öldürerek Atacama çölüne attığı insanlardan geriye kalan bir izi bulabilmek umuduyla çöl kumunu karış karış eleyen kayıp yakınlarının anlattıkları sadece geçmişin ışıklı günlerine duyulan özlemi değil yas tutabilme özlemini de dile getirir. Nuh’un bir yazısında başka bir bağlamda söylediği gibi “Çölün ortasında mücadele ve sabrın keşfi”dir anlatılan asıl hikâye. Bedeni kaybedilen, ölüsü yokluğa karışan bir insanın yasını tutmak olanaksızdır çünkü ve insan yas tutabilmek ister.
Keşke teleskoplar toprağın altını da gösterebilseydi
Şili’li Diktatör Pinochet Atacama çölündeki gözlemevinin yakınına büyük bir toplama kampı kurarak sol düşünceli binlerce insanı bu kampa göndermişti. Orada pek çok insan öldürülerek kamp yakınındaki toplu mezarlara gömüldü. Pinochet’in kanıtları yok etmek amacıyla daha sonra bu mezarları açtırdığı ve cesetleri yok ettirdiği de biliniyor. Faşist uygulamalardan geriye bir iz kalmasın diye 1985 yılında toplama kampını da yıktırdı.
Ama yine de geride bir şeyler kaldı.
Üzerinden onca yıl geçmesine rağmen 1000 km boyunca uzanan devasa büyüklükteki bir çölde, kaybolan yakınlarının varlığına ışık tutacak küçücük bir iz aramaktan da hâlâ vazgeçmeyen insanlar var. Kamptaki onca baskı ve zulme rağmen insanın içindeki umudu diri tutan hikâyeler var.
Çölün ortasındaki kampta gündüzleri insanlara gökyüzündeki yıldızları nasıl bulacaklarını anlatıp, gece olunca yerlerini göstererek kampta bir umut ve sevinç dalgası yaratan Luis’in hikâyesi gibi.
Toplama kampını karış karış ölçen, kampın şeklini bütünüyle ezberleyinceye kadar her gece gizlice çizen ve gündüz olunca yaptığı çizimleri bütünüyle yok eden Miguel’in hikâyesi gibi. Esaretten kurtulduktan yıllar sonra geride harabelerden başka bir şey kalmayan kampı birebir çizerek yıktıkları kampa ait bir iz kalmadığını düşünen dikta rejimini hafızasıyla yenilgiye uğratmıştı.
Cesaret varsa umut da var.
Bu yazının başında söz ettiğim İstanbul’un suyu tükenecek 11 kentten biri olduğunu dile getiren kötümser haberin yanı sıra iyimser bir haber de yer almıştı geçen hafta medyada. Uzayda bulunan Kepler teleskopu ile yeni gezegenler keşfedildiği haberi.
Başka dünyalar, başka hayatlar
NASA dünyadan 40 ışık yılı uzaklıkta 95 yeni gezegen keşfedildiğini açıkladı. Keşif uzayda bulunan Kepler teleskopu ile yapıldı. Son 5 yıl içinde Kepler teleskopu ile keşfedilen gezegen sayısı 300’ü aştı. Gezegenlerden bazılarının hayata elverişli olabileceği düşünülüyor.
Yeryüzündeki hayatın doğru düzgün politik sistemler oluşturamadığımız için bu yüzyıl içinde bir yıkıma uğrayacağı giderek belirginlik kazanırken hayatın sadece bu gezegende değil başka gezegenlerde de var olabileceğini bilmek insanın içini tuhaf duygularla dolduruyor.
Biz insanları birbirinden ayıran, bölen bunca dil, din, ırk, milliyet, hayatı sadece insanlar için değil doğadaki diğer canlılar için de çekilmez kılan mülkiyet tutkusu, militarizm; gönüllü kölelik, kişisel hırs ve arzularımız… Bir yanda bunlar öte yanda başımızın üzerindeki yıldızlı gökyüzü, Kepler teleskopunun başka gezegenlerde de hayatın var olabileceğine işaret eden sarsıcı bulguları. Yeryüzündeki hayatın eşsizliğine, ne kadar kıymetli olduğuna işaret eden bulgular.
Mücadele edilmesi gereken şeylerin çokluğu, gücümüzün azlığı ne kadar umut kırıcı olsa da vazgeçmemek, yan yana durabilmenin bir yolunu bulmaya çalışmaktan yılmamak gerekiyor. Umutsuzluğu çoğaltmak iktidarın diliyle konuşmaktır. Kaçınmalı böyle bir dilden; korkuyu yenmeli. İyi bir hayatı başkaları için de mümkün kılmaya çalışan insanlardan biri olan Nuh Köklü’nün bir yazısında söylediği gibi:
“Montevideo'nun limandan esen sert rüzgârını ardımıza alarak Milka ile yola düşüyoruz. Milka, ‘İnsanlar hala korkuyor. Biz 1977'den beri sokaklardayız. Tabii biz de korkuyoruz’ diyerek artık ‘korkmanın değil korkuyu yenmenin zamanı olduğunu’ söylüyor.” (BŞ/HK)