Kemal Varol, şiir kitaplarından bu yana çok yakından izlediğim iyi bir edebiyatçı. Titiz bir kuyum işçisi varsayın. Bir öğrenciden çok, dersine çok ama çok iyi çalışan usta bir öğretici. “Tuhaf” bir köpeğin hikâyesinden yola çıkarak son otuz yılın siyasal arka planını Ergani ve Diyarbakır üzerinden anlattığı Haw’dan sonra bu kez “Ucunda Ölüm Var”* ile yine “tuhaf” bir “Ağıtçı Kadın” hikâyesi ile okuru şaşırtmaya soyunuyor.
Öyle bir Ağıtçı Kadın profili ki, cümle ağıtçılara “rahmet” okutacak cinsten. Tuttuğunu koparan bir mükr-i azim gibi, sekseninde ve inatçı mı inatçı bir tip.
İnsan tekinin öldüğünde mutlaka ardından böylesi bir Ağıtçı Kadın ile uğurlanmak / yolculanmak diyesi gelenlerden hani…
Batı yakasının pek de farkında, umurunda hatta gelenek göreneğinde olmadığı, aslında olsa çok büyük zenginlik olarak düşüneceği bir “iş” ağıtçılık doğu toplumlarında… Doğu derken, meramım sade Kürt / Kürdistan değil. Batının yabancısı olduğu cümleten doğu kültürü…
Yakın zamanda bir haberde okumuş not almış(t)ım. Türkiye Psikiyatri Derneği’nden Doğan Şahin diyordu ki; “Akıtılmamış gözyaşı, boşaltılmamış acılar iyileşme hâlini engeller. İnsanların kronik yas sürecinde tıkanıp kalmalarına neden olur”
İşte, mesele tam da bu! Kemal’in Ucunda Ölüm Var’ını ağırdan alarak okudum. Sindirerek yani. Diyarbakır’ın Sur Beldesi ile Cizre, iki aya yakındır ateşler, ölümler içinde yatar / yaşarken okudum. Ölümler ve yaralılar bodrumlarda tedavi ve defnedilmeyi beklerken okudum. Bu sebeple ölüm ve defin, ardından ağıt yakma hâlinin Kürdistan coğrafyası için neleri çağrıştırdığını düşündüm.
Aslında ağıt yakmanın bir ritüel olduğunu en iyi bilen bir toplumun sırf “Barış ve Özgürlük” olsun diye ağıdından dahi vazgeçerek şairin kelamınca “Ağıt yoktur diyorum ben / sildik ağıtları defterimizden” ruh halini düşünedurdum Kürt analarının şahsında.
Peki, göreli durumdan tekrar romana dönersek ağıttan vazgeçince ağıt ya da ağıtçılık bitiyor mu? Elbette hayır. Aslında yakınını gömen, ya da yakınının kemiklerinin peşinde günler, aylar hatta uzun yıllardır oturma eylemi yapanların herbiri kendi içine gömdüğü sızısının gizli ağıtçıları belki de!
İşte romancı aynı coğrafyanın yaşayanı olduğundan bunu en iyi bilen aynı zamanda. Bu sebeple aslında artık nesli iyice tükenen “Hikâye derleyici”lerinden olan bir Ağıtçı Kadın’la çıkıyor karşımıza. Ve sahiciliği sırrında gizli bir Heves Ali…
“Dünyaya kendi bıraktıkları harflerle ağlayan” bir ya da birçok hikâye anlatıyor bizlere ağıtçı. Herkeslerin ömrünü hikâye ederken kendi tuhaf ömrünün hikâyesini kıskançlıkla saklayan ve son gününe, kendi ölümüne tanıklık ederek direnen bir hikâyeci ağıtçı kadın…
Acı çekeni gözlerine bakarak çözen “dünya ölümlü, gün akşamlı” diyerek yollara çıkan ve insanın kitabı okuyunca sanki bir “yol(lar) hikâyesi” okuyormuş gibi filminin görüntüsü hayalinde zuhur eden bir Ağıtçı Kadın…
Ayrılığın Ölümle yoldaşlığı, ikiz kardeşliği üzerinden “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar / iki dirhem fazla gelmiş ayrılık” eşsiz kelamında olduğu gibi upuzun süren “Heves Ali ile ayrılığın aslında yıllardır ertelenmiş ve henüz dillendirilmemiş bir ağıdının haberciliği gibi…
Ömrü billâh sadece “ses ve söze” inanan / inandıran, yazının, derdini saklama gayretinde olanların icadı olduğunu düşünen; konuşmayı ağıt yakmayı yeri ve zamanında, ama menzile varmaktan çok ayrılmaların derdinde olan gizli bir “Rüya çağırıcısı”nın izini süren Hikâye Derleyicisi…
Konya’da tekaüt bir demiryolcunun, Bursa’da yolu hasbelkader Diyarbakır’a da düşmüş Sinemacı Artin’in işaret parmağında saklı efsunlu hikâyeler…
Ya da Ağıtçı Kadın’ın memleketi Arguvan’a dönüş yolunda rastgelinen ve yolüzeri Arkanya’da akşam alacasında otobüsten inerken kucağındaki çocuk tabutu dikkatini çektiğinden peşine düşülenin hikâyesi! Resim öğretmenine inat, “Bir gün resim dersinde evlerimizin damını çatısız çizmek için dağa çıkmak isiyorum” deyip dağ yolunda düşen gencin hikâyesi…
Romandan hızla sıyrılıp (sıyrılabilirsek eğer) hâli pür melalimize gelirsek savaş öylesine zalim ve acımasız bir hâle evirildi ki coğrafyada sahiden ölülerine ağıt yakmaktan vazgeçen / unutan bir toplum olma haline dönüştük. Cenazeler sözün acımasız kudretindeki gibi, kış ayazında “Kurda, kuşa yem oldu”. Yem oldu ve ağıtlarını yak(a)madı analar. Ve taze gelinlerin dillerinden sadece birkaç kelime döküldü: “Barış olsun, özgürlük olsun, acılar son bulsun, Artık Yeter”.
Kime! Hâla, sağır kulaklara, kör gözlere…
Kemal Varol’un “Ucunda Ölüm Var” romanı; yarın insan tekinin başına ne geleceği / neler getirileceği bilinmez tuhaf zamanlarda belki ardından ağıt dahi yakılamazlığın öngörüsünün yaşandığı günlerde edebiyata sığınmanın sanki biraz iyi geleceği ruh haliyle ertelenmeden okunması gereken roman… (ŞD/HK)
Kemal Varol hakkında1977 yılında doğdu. Yas Yüzükleri (Avesta Yay. 2001), Kin Divanı (Artshop Yay. 2000) ve Temmuzun On Sekizi (Everest Yay. 2007) adlı üç şiir kitabı Bakiye (Sel Yay. 2013) adıyla toplu şiirler olarak kitaplaştı. İlk romanı Jar, 2011 yılında Sel Yayıncılık'tan yayımlandı. Bu kitabı, 2014 Cevdet Kudret Roman Ödülü’nü kazanan Haw (İletişim Yay.) adlı romanı takip etti. Memleket Garları (İletişim Yay. 2012) adlı bir de derlemesi bulunuyor. Yeni romanı Ucunda Ölüm Var, İletişim Yayınları'ndan çıktı. |