Fotoğraf: Canva
İlk önce Âdem'i yarattı Tanrı. Âdem çok yalnızdı. Tanrı, Havva'yı yarattı, Adem'in yalnızlığına çare olsun diye. Onların arasındaki başkalık, insanlık tarihinin ilk başkalığıydı belki de... Bilemiyoruz. Kanıtların gerçekliğince emin olmamızı istiyor bizden "bilmek" eylemi. Delillerimizin azlığını, inancımızın kuvveti ile harman edip iman edebiliyor bazılarımız sadece; kimine göre uydurmaca olan, ilk atalarımızın öyküsüne.
İkinci başkalık, yine Âdem ve Havva'nın başından geçenler sonucu ortaya çıktı rivayetlere göre. Malum, şu bilindik elma ve cennetten kovulma hikâyesi. Elmanın rengine ve Havva'nın ikramına kanmazdan önce, sadece Tanrı'nın giydirdiği cinsiyet üniforması ayırıyordu Âdem'i Havva'dan. Bir kanan ve bir kandırılan olarak giydi ilk atalarımız ilk üniformalarını, Tanrı'nın giydirdiği üniformanın üzerine. Daha sonraki sıfatları, bu üniformaların üzerine elbise oldu sadece. Tıpkı, hepimizin başına geldiği gibi...
Doğarken tek kimlikli olanlar, ölürken tek bir kimlikten bir o kadar uzaktır. Çünkü istesek de istemesek de edindiğimiz her sıfat, cinsiyet üniformamızın üzerine giydiğimiz birer elbisedir.
Resmi kimliklerimizin şahsi kimliklerimiz üzerinde bir hegemonya kurmasından korkarım, öteden beri. Bireyin keşif çağının, gerisinde kırık dökük insan portreleri bıraktığını da hesaba katacak olursak, insanın kendi içini keşfetmesi, keşiflerin belki de en sonsuz ve en acılı olanı. Sonsuzluğun dehlizinde ve zamanın koşulları arasında, birer birer başkalaşıyor kimliklerimiz.
Maloouf, 90'lı yılların sonunda "Ölümcül Kimlikler" ismi altında topladığı denemelerinde, kimlik fetişizminin ölümcül boyutlarını ele alırken, kimliklerin aynı zamanda insanı resmileştiren bir yanı olduğundan dem vuruyordu. Verdiği örnek, okuduğum günden bu yana zihnimin gardırobuna asılmış, hiçbir zaman giymeyeceğim ama atmaya ya da vermeye de kıyamayacağım bir elbise gibi asıldı: "Bugün Bosna-Hersek sınırları içerisinde yaşayan biri, 80'lerde kendini Yugoslav, 90'larda Bosnalı, 90'ların sonunda ise Müslüman olarak tanımlar."
Aynı örneklere, ilerleyen yıllarda Orhan Pamuk da başvurdu post-modern roman çalışmalarındaki karakter derinliklerinde.
Kimliğin başkalaşımı ile modernitenin akışkanlığı arasında, insanı hayretlere düşüren bir bağlantı var gibi. En azından Mark Twain'in "İnsan Nedir?" isimli yapıtı ile Bauman'ın "Akışkan Modernite"sini okuyunca, tuhaf bir köprü inşa ediyor zihnim, başkalıkları benzeştirmek ve bir anlam birliğine ulaşmak için.
Gündüz Vassaf, "senin cinsiyetin ne" diye sorarken, cinsiyetlerin insanlar arasında açtığı uçurumları, gelenekselleştirdiğimiz etiketlendirmelerle desteklediğimizden yakınır. Mavinin "çocuk adamların", pembelerin "kız hanımların" ilk üniforması olduğundan bahseder, Tanrı'nın giydirdiği üniformanın üstündeki. "Annesinin kızı" veya "babası oğlu" hatta biraz daha aşırılaşırsak "erkek adamın erkek oğlu olur" gibi söylemlerin toplumsal hayatımızın hemen her biriminde egemen olan bir anlayışın tecessümü olarak görüyoruz. Hâlbuki insan zaten hayatının her evresinde birden çok üniformanın hamilidir, istese de istemese de. Evvela Tanrı'nın giydirdiği cinsiyet üniformasını kuşanır sırtına. Gözünü açtığı ailenin evladıdır. Annesinin "kuzusu" ve babasının "aslan parçası" veya "prensesidir". Okulda öğretmeninin öğrencisi ve diğer öğrencilerin arkadaşıdır. Onca kimlik arasında, bir de "O"nun kimliği vardır ki, resmiyetten en uzak, keşif ve ilan etmesi, toplumsal normlara göre bir o kadar güçtür. Yalnız başına kalıp düşündüğünde, kaç kişi içine doğduğu dünyanın bir parçası, ait olduğu ailenin bir ferdi olmak ister?
Bütün kimlikler, insanın kendi tercihleri ile tercih etmeden sahiplenmek zorunda olduğu sıfatları arasında büyük bir ikircime sebep olur. 20'nci yüzyıl, kadın haklarının toplumsal cinsiyet tanımlarının kabuğunu aşındırdığı bir üniforma isyanı olarak tarihe geçti. Bu aşındırma sadece kadınları değil, erkekleri de toplumsal cinsiyet normlarının biçtiği "kefenlerden", mavi ve pembenin hegemonyasından kurtulmak için bir direnişe sürükledi. "Tanrı'nın giydirdiği" diye dikte edilen cinsiyet elbiselerini, bilimin terziliğindeki cinsel başkalaşımlarla sökmeye başladı, kendini tanımak ve tanımlamak isteyen insanın arayışı.
21'inci yüzyılın zihniyet savaşı, toplumsal cinsiyetçiler ile onların normlarına direnenlerin savaşıdır. Âdem ve Havva'nın ve onların çocuklarının değil, onların, onlar kadar boyun eğmeyen torunlarının çağıdır. O yüzdendir ki, Black Lives Matter gibi kitlesel hareketlerle, LGBTİ+ misali çoklu başkaldırı ve hak arama eylemlerine tanık oluyoruz. Çünkü insan, en insanî halini kaybettiğinde, doğumunun üzerinden henüz birkaç saniye geçmişti. Şimdi, o birkaç saniyenin bedelini ödediğimiz yüzyıllara karşı savaşıyoruz. Öldüğümüzde değil, ölmeden önce yeniden "insanlaşmak" istiyoruz. Bir insanı sadece insan olarak kabul etmek için çok geç kalmadığımızı umarak noktayı koyuyorum, insanlaşmak isteyen cesur bireylerin "ünlem"le bitirecekleri mücadelelerini anlatmaya çalıştığım bu yazıya.
(AÜ/AÖ)