Türkiye: Bin bir gündemler ülkesi
William Faulkner, “Geçmiş asla ölmüş değildir; geçmiş, geçmiş bile değildir” derken, Türkiye’yi tasvir eder istemeden… Bütün siyasi gündemlerimiz, modernleşme tarihimizin kırık seviyesindeki çatlaklarından sızıp geliyor bugünümüze.
Türkiye’nin gündeminde tek bir konu yok ki, bir veya birden fazla varyantı zamanın bütün vadelerinde en az bir kez tartışılmamış olsun.
Sabah kalktığınızda gözünüze çarpan ilk polemik haberinin anahtar kelimelerini Google’da aratırsanız siz de görürsünüz. Aynı konular farklı yıllar ve mecralarda sürekli yeniden konuşulmuştur; konuşulacaktır da.
Son birkaç senedir iktidarı-muhalefeti, bütün siyasi partilerin el birliği ile tarafı olduğu iki başlıklı bir polemik konusu var: “Yerlilik” ve “Millilik”; dahası, bu iki kavramın ne olduğunu bile bilmeden, kimin “yerli” ve “milli” olduğuna karar verme sendromu, hatta kompleksi söz konusu. Bu iki kavramı her ne kadar ittifaklar siyasetinin başladığı 2017 başlarından itibaren sıkça duymaya başlamış olsak da her bir kavramın hem kendi içinde hem de modernleşme tarihimiz bünyesinde ayrı bir polemik tarihi var.
Çok uluslu-emperyal sosyal ve coğrafi yapısını ulus-devlet formuna dönüştürmeye çalışan modernleşme toplumlarında dönem dönem kendini gösteren bir polemik konusudur yerlilik.
Zira, söz konusu toplumlar bireyleşmeden uluslaşmaya çalıştıkları için, bireyin kendisini gerçekleştirmeden kolektif, kuralcı hatta baskın bir yapı içinde kendi kimliğini inşa etmesi gerekir. Bir tür arafta kalmışlık hali olan bu süreç, her nesilde kendisini yeniden üretir.
Yerlilik tartışması
Bir polemik meselesi olarak “yerliliğin” en çok tartışıldığı dönem, iki kutuplu dünyanın yıkıldığı, siyasi yelpazedeki hemen her görüşün yeni bir arayış içine girdiği 1990’lı yıllara rastlar. Özellikle 90’ların sonunda dosya konusu olarak bazı dergilerin kapağında ve entelektüellerin polemiklerinde görürüz “Yerlilik” kelimesi.
Oysa, Türkiye coğrafyasının Batılılaşma deneyimi içindeki yerlilik tartışmasından küçük bir yansımadır 90’lar dönemi. Zamanın koşullarına (zeitgeist) ayak uyduramayanlar için, zamansal ilerleme mekânsal gerilemeye tekabül ettiği, mekân (yer) da hep aynı mekân olduğu için, zamanı kaçırdığımızı anladığımız, yani modernleşme toplumu olduğumuz güne kadar uzanır yerlilik tartışmamızın tarihi.
Uygun Modernleşme ve Radikal Modernleşme
Cumhuriyet rejimi hem sosyolojik hem de siyasi yapısıyla Osmanlı modernleşmesinin bir ürünü şüphesiz ki. Ancak yeni rejimin inşa edilme yöntemi ile devraldığı modernleşme birikimi arasında radikal bir uygulama farkı var.
Sözgelimi, Osmanlı’nın attığı modernleşme adımları, özü itibariyle imparatorluğun yapısına olabildiğince uygun ve uygulanabilir karakterdeydi.
Cumhuriyet rejiminin ideolojisi/Kemalizm, mevcut yapıya uygun bir çözüm bulmaktan ziyade, mutlak görülen çözüm (yani modernleşme) için uygun bir yapı inşa etme radikalliğini yukardan-aşağı uyguladı.
Modernleşmenin mekânsal/yerlilik değeriyle ilgili ilk tartışmalar ve düşünce akımlarının tohumları da Erken Cumhuriyet döneminde atılıp, 1940’larda şekillendi. Batılılaşmayı/Modernleşmeyi dinsizleşme ve özden kopma olarak gören düşünce akımlarının yanı sıra, Batılılaşmanın “yerli” bir hareket olduğunu savunanlar da vardır.
Örneğin Halikarnas Balıkçısı’nın (Cevat Şakir Kabaağaçlı) temellerini attığı Mavi Anadoluculuk akımı, Modernleşmenin temelini oluşturan Antik Yunan medeniyetinin Batı Anadolu ve Güney Asya’da doğup yaşamış olmasından dolayı, modernleşme atılımında kültürel ve yer-li bir devamlılık görür.[1]
Türkiye’nin yerli ideolojileri
Yazıya başlarken, aktüel siyasette kullanılan “Yerli ve Milli” söylemine gönderme yapmıştık, anımsarsınız. Tuhaftır ki, yerlilik ve millilik söylemi üzerinden siyaset yapılan bir ülkede, yerli ve milli tek bir düşünce akımı dahi yok. Ancak ve ancak tamamı Avrupa kökenli olan düşünce akımlarının bazı uyarlamaları veya alaşımları mevcut.
Öyleyse, hiçbiri yerli veya milli olmayan siyasi akımların cisimleştirdiği siyaset, nasıl oluyor da “Yerlilik” ve “Millilik” üzerinden polemikler yaratıyor?
Denebilir ki, “’Milli’ olmak ulus-devletin bireysel bir tezahürüdür. Türkiye de 20’nci yüzyılın başından bu yana uluslaşma sürecindeki bir devlettir.”
Evet, milliyetçilik akımı dünyaya Fransa’dan yayıldı ama, Türkiye’de baskın olan milliyetçilik anlayışı, Fransız değil, Türk milliyetçiliğidir. Aynı durum hemen her düşünce akımı için geçerlidir. Mesela rahmetli Uğur Mumcu’nun 1962’de yayınlanan ve Yunus Nadi Makale Ödülü’nü kazanan makalesinin (ki aynı zamanda kendisinin Cumhuriyet’te yayınlanan ilk yazısıdır) adı “Türk Sosyalizmi”.
Konunun “Millilik” boyutu, bir noktaya kadar kendi içinde tutarlı argümanlara sahip. Ama “yerli olmak” anlamına gelen “yerlilik” de neyin nesidir? Neticede, hepimiz bir “yer”li değil miyiz?
Ulus Baker yerlilik meselesini aşındırmaya çalıştığı yazısında (Aşındırma Denemeleri, İletişim Yayınları, 2017), meseleyi 5 ana başlıkta inceler (sonuç bölümü hariç): 1. Bir zaman meselesi, 2. Bir fizik meselesi, 3. Bir ekonomi-politik meselesi, 4. Bir tarih meselesi ve Meselenin sosyolojik manzarası.
Evrensellik karşısında geleneksellik
Ona göre yerli olmak “zamanda, fiziksel olarak tanımlanmış bir yerde olmaktan başka bir şey değil”dir (s. 191). Öte yandan Besim F. Dellaloğlu, Poetik ve Politik (Timaş Yayınları, 2020) isimli çalışmasında yerlilik konusunu değerlendirirken biraz daha kavramsal bir yaklaşım kullanır. Onun yaklaşımına göre yerlilik veya yerellik, -Ömer Uluç’a atıfla- siyasi bir kampın içinde bulunduğu “hapishanedir” (s. 284) ve “dünyayı bir bütün olarak görebilme kabiliyetinin yokluğudur” (s. 290).
Baker ve Dellaloğlu’nun görüşleri, yer yer benzerlikler gösterse de özleri itibariyle modernleşmeyi kavrayış biçimleri olarak birbirlerinden ayrılır. Baker’in temel argümanı, “modernleşenin kapitalizmden başka bir şey olmadığı” ve haliyle “…onun “evrensellik” iddiasının da, karşısına dikilen ‘geleneksellik’ ve ‘yerelliğe geri dönüş’ iddialarının da” çürük olduğudur (s.198).
Dellaloğlu ise, yerellik-yerlilik sorunsalını “modern toplumlar” ve “modernleşme toplumları” olmak üzere iki dinamik üzerinden değerlendirir. Ona göre yerellik, modernleşme toplumlarında görülen bir yerli-yabancı ayırtıdır ve “Bu dünyadaki herhangi bir şeyi kendine “yabancı” addeden biri aslında bu dünyaya yabancılaşmaktadır (s. 291).”
Yerlilik, her ne kadar Türkiye’deki her siyasi cepheden sözcü ve savunucu bulmuş olsa da özellikle Türk Sağı imgeleminde, kırmızı çizgilerle etrafı çizilmiş bir aidiyet duygusuyla esir alınmış gibi.
Tanıl Bora’nın milliyetçilik, muhafazakârlık ve İslamcılık halleriyle anlattığı Türk Sağı’nın yerlilik düşüncesiyle zamansal ve mekânsal bir tasavvuru olduğunu göz önünde bulundurursak, her bir halin idealize ettiği zamanın ve mekânın gerçeklikten kopuk olduğunu görürüz. Birine göre yerli olmak evrene ulus merkezli bakmak, diğeri için gelenekleri içimizde yaşatarak modern çağdan korumak, bir diğeri içinse asrı saadeti diriltmektir.
Zamanı geri getirmek veya geçmişi diriltmek mümkün olmadığından, sağın her bir hali sürekli olarak mekânsal dönüşümlerle intikam alır çarpık Batılılaşma rejiminin inşa ettiği, dejenere olmuş, “yerli”liğini kaybetmiş memleketten.
Yine Baker’den alıntılayacak olursak, yerliliğin bir ideoloji bağlamında değil de siyasi pragmatizm için kullanılan ve geçmişe değil, geleceğe yönelik bir hakimiyet duygusu olduğundan söz eder. Baker’e göre özellikle muhafazakârlalar yerlilik imgesinin etkisini, geçmişin değerlerini koruma iddiası üzerinden savunur. Hatta bu savunma halinin çok kolay faşizme dönüşebileceğini savunur:
“…bunun nedeni, bir muhafazakârın kafasındaki “geleneğin” büyük bir kısmının devlet, aile, vatan, ülke, millet, halk gibi göreli terkiplerden oluşmasıdır. “Yerlilik” fikri de bu terkiplerden pek bağışık değildir.” (s. 189)
Ulus Baker’in muhafazakâr zihinlerin düşünce dünyasındaki gelenek imgesini kurguladığı değerleri tarif ediş şekline bakın… Her biri sağ için belli oranda ve hiyerarşi içinde kutsallık atfedilen kavramlar. Şimdi de Besim F. Dellaloğlu’nun değerlendirmesine bakalım: “Oysa Türkiye’de solun gelenekten anladığı düpedüz çöplüktür” (s. 298).
Zamanın içinde farklı bir mekân yaratma çabası veya arzu edilen zamanın ruhunu mekâna yansıtma hevesi, gerçeklikten kopuk olduğu kadar ne olduğu da tam olarak anlaşılmayan bir mahalle kültürü yaratıyor.
Sağın ve solun gelenekten bahsederken aynı şeyi kastettiklerini söylemek dahi güç. Ancak “yerli” olanın, kendi “mahallesinde” olanın; karşı mahallede hangi kavrama ne ölçüde değer verildiğini öğrenmek gibi bir merakı da yok şüphesiz.
Yine Dellaloğlu’ndan aktaracak olursak, “Eliot’a göre mekânda dar bir mahalleye kapanılabileceği gibi, bu kapanma zaman bağlamında da olabilir. İnsanlar, toplumlar belli bir zamana da kapanabilirler.” (s. 281)
Öyle sanıyorum, Türkiye’deki cepheleşmiş, kutuplaşmış ve kısırlaşmış siyasi iklimin oluşmasındaki temel nedenlerden biri de bu iletişim kopukluğu. Aynı ülkenin içinde, zamanın ve mekânın farklı vadelerinde yaşıyoruz. Bir taraf, bugünü yaşıyor ama burada yaşamıyor. Diğer taraf, burada yaşıyor ama dünde yaşıyor.
(AÜ/EMK)
[1] Murat Belge, “Mavi Anadolu Tezi ve Halikarnas Balıkçısı”, Birikim: (210) 2006.