Fotoğraf: Anadolu Ajansı
2022 yılına kadar, günlerle ifade edilen olay veya olgular hakkında tek bir “gün” pek çok yorum ve tezden oluşan bir literatürümüz vardı.
2022’nin 28 Şubat’ında 6 muhalefet partisi tarafından yayınlanan “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” başlıklı metin, bir tür anomali örneği olarak karşımıza çıktı. O metin, Türkiye siyasi tarihindeki “28 Şubat”ların sayısını ikiye yükseltti.
28 Şubat’ların ilki, 1997’deydi. Tarihe post-modern darbe olarak geçti. İkinci 28 Şubat Olayı ise 2022’de gerçekleşti. İddialarından biri 1997’deki gündeşiyle hesaplaşmaydı.
Tarafları arasında, 1997’de mağdur edilen siyasi hareketin devamı (Saadet) ve o dönemde bakanlık yapan bir siyasetçinin liderliğindeki parti (İYİ Parti) de vardı. 28 Şubat’ın muktedir tarafı olarak görülen CHP, 28 Şubat’la 28 Şubat’ta ayrıca helalleşti. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, 28 Şubat’taki buluşmadan bir gün önce, 28 Şubat mağdurlarıyla buluştu. Buluşmaya, “28 Şubat mağduru olarak katıldığını” anımsattı (Hürriyet, 28 Şubat 2022).
Dahası, uzun süredir söylemlerinde ve bireysel etkinliklerinde bahsettiği helalleşmeyi, 6 partilik bir bloğa yaymaya çalıştı. Diğer beş partinin liderlerine sorulacak olursa, başardı da.
28 Şubat 2022’de yayınlanan metin, 24 Şubat’ta Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı istilanın gölgesinde kalsa da uzun yıllar tartışılacak, konuşulacak bir sürecin ilk somut adımı olarak tarihe geçti.
6’lı Takrir başlığını taşıyan ve iki kısımdan oluşan bu yazı, ittifaklar siyasetinden 28 Şubat uzlaşısına giden süreci, ittifakların iç dinamikleri üzerinden değerlendirerek Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem başlıklı metnin olumlu, olumsuz ve eksik taraflarını tartışmayı amaçlıyor.
İlk kısımda, Cumhur ve Millet ittifakları ve bileşenleri olan siyasi partilerin ittifak oluşumundaki etkileşimleri değerlendiriliyor. İkinci kısımda, 28 Şubat 2022’de yayınlanan metnin hangi esasları kapsadığı, imzacısı olan partilerin metindeki ağırlığı ve metnin yapısal değeri tartışılıyor.
İttifaklar ve İhtilaflar
16 Nisan 2017 referandumuyla resmen başkanlık sistemine geçtik. Ancak, fiili geçişin gerçekleşmesi için önce uyum kanunlarına sonra da bir seçim yapılmasına ihtiyaç vardı. Türkiye, o süreci hem çok hızlı hem de uyum kanunlarının ve seçim hazırlıklarının iç içe geçtiği bir şekilde geçirdi. Sistemin temel açmazlarının yasal adımları, o süreçte atılmış oldu.
24 Haziran 2018 genel seçimlerine giden yolda, ilk somut adımı başkanlık sisteminin savunucuları attı ve 21 Şubat 2018’de AK Parti ve MHP’den oluşan Cumhur İttifakı kuruldu. 16 Nisan’a “hayır” diyen siyasi partilerin ittifak bloğu oluşturması da kısa sürdü. 5 Mayıs 2018’de CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi ve Demokrat Parti’nin katılımıyla Millet İttifakı kuruldu.
Kurulduğu günden bu yana, Cumhur İttifakı’nı oluşturan üç parti arasında “Öğrenci Andı” meselesini saymazsak tam bir harmoni egemen oldu. Söz konusu harmoni, liderlerin kimlik ve kişiliklerinde kurumsallaştı. Cumhur İttifakı bileşenleri, Cumhurbaşkanı adayından destekledikleri sistemin kırmızı çizgilerine, muhalefet partilerine karşı tutumlarından iç ve dış politika prensiplerine kadar neredeyse tek sesli bir yapı oluşturdu.
Seçim barajı ve siyasi partiler kanunu hakkında dile gelen bazı farklı fikirler, tartışmaya dönüşemeden sönümlendi. Peki, aynı durum öbür ittifak bloğu için söylemek mümkün mü?
Bileşenlerin Yapısı Farklı
Millet İttifakı, kurulduğu günden itibaren Cumhur İttifakı’ndan başka bir anlayışı takip etti. En geniş çerçevede, başkanlık sistemine karşı olanlar cephesinde birleşmeyi, diğer konularda ise kendilerine hareket alanı bırakacak bir yol izlediler. Millet İttifakı’nı oluşturan partiler, yapısal olarak da Cumhur İttifakı bileşenlerinden son derece farklı.
Örneğin CHP, “Kürt sorununu HDP ile çözeriz” (Kemal Kılıçdaroğlu, 19 Eylül 2021) diyebilecek kadar iddialı çıkışlar yapabiliyorken, ittifakın diğer bileşeni olan İYİ Parti, en yetkili ağızdan, “HDP’yi PKK’nın yanında konumlandırıyoruz” (Meral Akşener, 3 Kasım 2021) diyebiliyor.
Bütün bunlar, demokratik bir ülkenin, kendi içlerinde de demokratik olan siyasi partilerinin bir araya gelebilmesi ve demokrasinin toleransı sayesinde mi mümkün oluyor?
Şunu belirtmekte fayda var: Türkiye’deki siyasi partilerin hiçbiri demokratik bir işleyişe ve gövdeye sahip değil. Hepsinin içinde, tabakalaşmış-kemikleşmiş güç merkezleri, Orwell’ci bir tabirle, “diğer gruplardan daha eşit” ve etkin karar alma mekanizmaları var. Ama bunun sebebi sadece siyasi partiler değil. Bu duruma elveren şey, siyasi partiler-seçim kanunumuzun 12 Eylül artığı olması ve başta kurulacak hükümetler kadar, o hükümetleri kuracak siyasi partilerin içindeki stabilizasyon ve istikrarı sağlama hükümleri, hatta emirleri.
Eh, yasalar elimizi kolumuzu bağladıktan, fıtratımızda da koltuktan kalkmama alışkanlığı olduktan sonra; kendileri demokratik olmayan partilerin, demokratik olmayan seçimlere girerek demokrasiyi işletmeye çalışmaları ne kadar demokratik? Sorulması gereken asıl soru bu.
Ancak bütün bu kökten sorunlu “demokratik” yasalara rağmen, pratikteki örnekleri ve ilkeleriyle diğer siyasi partilere göre nispeten daha demokratik olmaya çalışan partiler de var.
Konu gereği, sadece Millet İttifakı’na mercek tutalım. Aldıkları oy ve parlamentodaki sandalye sayılarına göre Millet İttifakı’nın ana bakiyesi konumundaki iki partinin, CHP’nin ve İYİ Parti’nin, siyasalarında görece daha demokratik işleyişler görmek mümkün.
CHP’nin milletvekilleri adaylarını belirlerken işlettiği bir ön seçim süreci var. İYİ Parti’nin de grup kararı alarak milletvekillerini parti disiplinine boyun eğmeye zorlamak, karar uymayan vekil hakkında soruşturma başlatmak gibi bir uygulaması yok. Meclis’e girdiklerinden beri bu uygulamayı takip ediyorlar.
Madalyonun Öbür Yüzü
Ancak, bu uygulamaların da demokratik anlamda yeterli olduğunu söylemek pek mümkün görünmüyor. Sözgelimi, CHP’den istifa ederek Memleket Partisi’ni kuran Muharrem İnce, demin atıf yaptığımız ön seçim mekanizmasının bir parçası olan delege sisteminin, parti içinde bir tür “delege tiranlığına” dönüştüğünü iddia ederek partisinden ayrılmıştı.
Benzeri bir durum İYİ Parti için de söz konusu. Partinin karakter edinme sürecinde olduğu dönemde uyguladığı iç politikaları “karaktersizleşme” süreci olarak değerlendiren Ümit Özdağ, İYİ Parti’den ayrılarak Zafer Partisi’ni kurdu.
Öyle sanıyorum, Özdağ’ın ve İnce’nin ayrılıklarını sağ ulusalcılar ve sol ulusalcıların partilerinden sıyrılması süreci olarak okumak da mümkün.
CHP’den ve İYİ Parti’den ayrılarak kendi partilerini kuran iki kıdemli siyasetçinin de eski partileriyle aynı noktada durdukları konulardan biri, başkanlık sistemi karşıtlığı. Hedeflerden -en azından bir tanesinin- aynı olmasına karşın, izlenecek yol ve takip edilecek lider konusunda bir uzlaşmazlık olduğu anlaşılıyor.
CHP ve İYİ Parti’ye göre daha az oy almış ve Meclis’te çok daha az sayıda temsilcisi bulunan Saadet’in (Milletvekili sayısı bir) ve Demokrat Parti’nin (Milletvekili sayısı iki) iç gündemleri, doğal olarak diğer partiler kadar kamuoyuna yansımıyor. Henüz yeni kuruldukları ve seçim tecrübe etmedikleri için DEVA (Milletvekili sayısı bir) ve Gelecek Partisi’nin siyasi ağırlıklarının seçmene ne ölçüde yansıyacağına tanıklık etmedik.
Ancak 28 Şubat’ta yayınlanan metinden ve yapılan imza töreninden de anlaşılabileceği gibi, 6 partinin uzlaşısında “eşitlik” esası dikkate alınmış. Kemal Kılıçdaroğlu’nun en çok oyu olan partinin genel başkanı olmasından kaynaklanan “ittifak lideri” görünümü, yerini en iyi ihtimalle primus inter pares’e, yani eşitler arasındaki birinciliğe bırakmış.
Peki, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem metni, bu görünüme ne ölçüde uygun?
Yazının “Benzemezlerin Uzlaşısı” başlıklı ikinci kısmı, 28 Şubat’ta yayınlanan metni irdelemeyi, imzacılarının kendi birikim, duruş ve geleneklerinden ne ölçüde taviz verdiğini; daha önce İYİ Parti, Gelecek Partisi ve DEVA’nın yayınladığı güçlendirilmiş parlamenter sistem metinlerinin 28 Şubat’ta yayınlanan metinde ne ölçüde etkili olduğunu tartışıyor.
(AÜ/EMK)